19 Nisan 2015 Pazar

33 Silsile-i Saadat- Altun Silsile – Büyük Zatlar

Hiç yorum yok:


1-Ebubekr-i Sıddîk – HZ EBU BEKİR SIDDIK
Halife Hz Ebu BekirHz. Ebû Bekir, daha Müslüman olmamıştı. Çok te’sîrinde kaldığı bir rü’yâ gördü. Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalar Mekke’deki her evin üzerine düşmüş, sonra da tekrar bir araya gelip göğe yükselmişti. Fakat, kendi evine düşen ay parçası evde kalmış tekrar göğe yükselmemişti. Hz. Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına mâni olmuştu.
Kavminden Peygamber gelecek
Sabahleyin heyecanla uyanan Hz. Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da dedi ki:
-Bu rü’yâ karışık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri yapılamaz.
Fakat bu söz O’nu tatmin etmemişti. Devamlı bu rü’yânın ta’bîrini düşünüyordu.
Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gittiği yerde, râhip Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın çok dikkatini çekti. Bunun için Hz. Ebû Bekir’e sordu:
-Sen nerelisin?
-Kureyş’tenim.
-Tamam. şimdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!..
Hz. Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine şöyle devam etti:
-Şimdi sen hemen memleketine dön! O’na ulaş! O’na vahiy gelmeye başladığında, git herkesten önce O’na îmân et!
Hz. Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberliğini teblîğe başlayınca sordu:
-Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-Peygamberliğime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karışık bir rü’yâdır, i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, doğru ta’bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmeye da’vet ederim.
Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü:
Aklıma yatmıyor
“Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim.”
Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hz. Ebû Bekir’i Ğslâm’a da’veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, “Sözleşmeden birleştik” dediler.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, hemen yakın arkadaşları hatırına geldi:
-Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkadaşlarımı da huzûrunuza getirip, onların da Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavuşmalarını istiyorum, diyerek arkadaşlarına koştu.
Arkadaşlarım dediği, Hz. Osman, Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahmân bin Avf, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi.
Gelin îmân edin
Hz. Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının aşk ve şevkiyle, Mescid-i Harâma vardığında, dayanamayıp, müşrikler tarafına dönerek seslendi:
-Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor, onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin!
Bunun üzerine müşrikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî şekilde dövdüler. Kabîlesinden gelen ba’zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler.
Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir şekilde başında beklemeye başladılar. Nihâyet akşam üstü biraz kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, ağzından çıkan ilk kelâm şu oldu:
-Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na birşey oldu mu?
Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki:
-Yavrum, bir şey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?
-Anneciğim, ben Resûlullaha birşey oldu mu diye soruyorum. O’nun hakkında bana bilgi getirmediğin takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de birşey içerim.
-Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye, kendine gel. Sonra O’nun durumunu öğrenirsin.
-Hayır anne!.. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: Oğlum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba ne hâldedir?
Annesi de îmân etti
Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı. Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yavaş yavaş Hz. Erkam’ın evine vardı.
Peygamber efendimizi sağ sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün ağrılarını unutmuştu. Peygamber efendimize dedi ki: -Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavuşsun! Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile şereflendi ve ilk Müslümanlardan
oldu.
Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, işiten müşrikler, inkâr edip, alay etmeye başladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler. Müşrikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hz. Ebû Bekir’e gidip sordular: -Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. Ğyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne
kadar zaman sürer? -Ğyi biliyorum. Bir aydan fazla.
Mi’râcınız mübârek olsun!
Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hz. Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı gösterdiler.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını işitince;
-Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir, deyip içeri girdi.
Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki:
-Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e de sihir yapmış.
Hz. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki:
-Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. Ğnandım. Canım sana fedâ olsun!
Böylece Hz. Ebû Bekir, o gün tereddüde düşen Müslümanların tereddütlerini giderdi, diğerlerinin ma’nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hz. Ebû Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Beraber hicret ederiz
Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istediğinde, Resûl-i ekrem buyurdu ki:
-Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.
-Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl var mıdır?
-Evet vardır.
Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekir’i sevindirmişti.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir hazırlıklara başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.
Diğer taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle evinde Hz. Ali’yi bırakıp, müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki:
-Hicret etmeme izin verildi.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu: -Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim? Efendimiz cevap verdiler:
-Evet…
Anam-babam fedâ olsun Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında dedi ki: -Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl
buyurunuz.
-Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım.
Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi.
Hz. Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti.
Safer ayının 27’si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. Ğzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki:
-Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!
-Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?
-Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim.
Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki: -Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin.
Ayağını yılan soktu
Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet eyledi.
Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hz. Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hz. Sıddîk’ın ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki:
-Ne oldu yâ Ebâ Bekr?
-Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu. Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, müşrikler, iz takip ederek mağaranın önüne
geldiler. Mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. Ğz sürücü Kürz bin Alkama dedi ki: -Ğşte burada iz kesildi.
Müşrikler dediler ki: -Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür.
Ğçeri bakmadan geri döndüler
Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içeride Hz. Ebû Bekir endişeye kapıldı. Kâinâtın sultânı efendimiz buyurdu ki:
-Yâ Ebâ Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir.
Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.
Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi günü Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî şemsî sene başlangıcı oldu.
Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.
Bedir savaşında bir ara, Ğslâm askeri zorlanmaya başladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz,Sa’d ve Sa’îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zer’i gönderdi. Daha sonra da Hz. Ömer’i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu:
-Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.
Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i ağlarken görünce buyurdu ki:
-Yâ Ebâ Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur.
Hz. Ebû Bekir’in îmânı
Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir şey konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konuşmazdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı ağır gelir.)
Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti, üstünlüğü, sadece Hz. Ebû Bekir’e nasîb olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi memnûn etmek için malını vermekte, düşmana karşı cihâd etmekte, hep önde olmuştur.
Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki:
(Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’detti.)
Bu âyet-i kerîmenin, Hz. Ebû Bekir’in fazîletini ve derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği ile bildirmişlerdir.
Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı olduğu bildirilmiştir.
Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmınıgetirip verdi. Hz. Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz sordu:
-Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?
-Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Allah ve Resulünü bıraktım
Sonra Hz. Ebû Bekir’e dönüp sordu:
-Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?
-Yâ Resûlallah, evime birşey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım.
Resûlullah efendimiz Hz. Ömer’e dönerek buyurdu ki:
-Ğkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.
Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.
Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki: -Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır. Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki: -Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!
Resûlullah da vefât edecektir
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:
-Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı? -Hayır, böyle bir söz duymadık. Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu: -Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu? -Hayır duymadım. Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki: -Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyliyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah
ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah, Ğslâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.
Sonra, Hz. Abbâs da buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi. Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, “şehîdliğin fazîletlerini” anlatıyorlardı. şehîdlerin şefâ’ati hakkında buyurdu ki:
-Kıyâmet gününde şehîdler, mahşer yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin kişiye şefâ’at ederler.
Gazânız mübârek olsun
Bu sözleri işiten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehîd olmak için duâ istedi. Resûlullah efendimiz de duâ ettiler.
Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu muhârebe Hz. Nevfel’in duâsından sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hz. Nevfel şehîd düşerek, arzûsuna kavuştu.
Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Karşılamaya gelenler arasında, Hz. Nevfel’in hanımı, çocukları ve yaşlı annesi vardı.
Yaşlı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri nemlendi. Oğlunun şehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı. Elleriyle arkayı işâret edip, yoluna devam etti.
Hz. Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hz. Ali’ye de aynı şekilde oğlunu sordu. O da şehîdlik haberini veremeyip, arkayı işâret etti.
Yaşlı kadın daha sonra, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a rastladı. Onlara da oğlunun durumunu sordu. Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın yaptığı gibi arkayı işâret ettiler.
En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkadaşına yaklaşarak aynı şeyleri sordu.
Hz. Ebû Bekir kendi kendine düşündü:
“Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem, mahzûn kalbleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen bana öyle bir şey ilhâm et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım!”
Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!..
Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle: -Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye bağırdı.
Ğşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki:
-Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın?
Bu atlı, Hz. Nevfel’den başkası değildi.
Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize şunları söyledi:
-Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “Eğer Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH) deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan söylememiştir” buyurdu.
Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce yaşadı. Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar şehîdlik şerbetini içti.

2 – SELMAN-I FARİSİ
Selman-ı Farisi hazretleri, esbabı kiramın büyüklerinden ve meşhurlarındandır. Silsilet-üz Zeheb diye bilinen “Altun silsilenin” (Büyük veliler silsilesinin) ikinci halkasıdır. Aslen İranlı olup, isfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Gençliğinde Mecusi iken, Hıristiyan rahipleriyle tanışıp, Mecusiliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı.
Nihayet Medine’ye gelip Peygamber efendimiz (aleyhisselam) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı.
Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz O’na Selman ismini verdi, İran’lı olduğu için de Farisi denildiğinden ismi Selman-ı Farisi olarak meşhur oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzahşah bin Mursilan bin Behbudah bin Firüz’dur. Lakabı Selman-ül Hayr, künyesi ise Ebü Abdullah’tır.
Ebü’l-Ferec buyurdu ki: Abdullah ibn-i Abbas’ın yanında idim. Bana Selman-ı Farisi’nin bir gün hayatını şöyle anlattı:
Selman dedi ki: “Ben Faris (İran)’ın, İsfahan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam Mecusi (ateşperest) olduğu için Mecusiliği de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı”.
Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim, gidip baktım ki, içerde ibadet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibadeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a ibadet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, bunların dini haktır ve bizimki batıldır. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dinin aslı nerededir?” Bana, “Bu dinin aslı Şam’dadır” dediler, “Peki dedim. Ben de Şam’a gitsem beni de bu dine kabul ederler mi?” “Evet kabul ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?” diye sordum “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir.” Diye cevap verdiler (İsfahan’daki bu Hıristiyanlar, İsfahan’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgul olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de “Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda karşıma bir Nasrani kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hakim ve kadir olan bir Tanrıya iman ediyorlar. Onların ibadetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dini daha doğrudur.” dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dini, onların dininden daha doğrudur. Onların dini bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım onların dini bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dini haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise batıldır.” dedim. Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce “kilisede hıristiyan rahiplere; bu dinin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihayet hıristiyan rahipler Şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim.
Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da hıristiyan dininin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona durumu anlattım.
Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet edeceğimi söyleyip, ondan bana Nasraniliği öğretmesini rica ettim. O da kabul etti.
Ben de Ona hizmet etmeye, kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dini öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefat etti. Nasraniler onu defn etmek için toplandılar. Onlara “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim, “Sen bunu nerden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasraniler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techize layık bir kimse değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim zahid bir kimse idi.
Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hep ahiret için çalışıyordu. Gece-gündüz hep ibadet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibadet ederdim. Vefat zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefat ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin” diye sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları ıslah edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsad ederler. Fakat Musul’da bir zat vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi.
“Ben de peki efendim” dedim. O zat vefat edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zatı buldum, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabul etti. O da diğer zat gibi çok kıymetli zahid, abid bir kimse idi. Onun vefat zamanı aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zatı tavsiye etti. O vefat ettikten sonra ben de derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim, isteğimi kabul etti ve bir müddet de onun hizmetinde kaldım. Bu zat da vefat etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefatından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefatı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince, şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat ahir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alametleri şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alametlerini saydı.
Yanında bulunduğum son zat da vefat edince, onun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Beni Kelb kabilesinden bir kafile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilayetine götürün. Kabul edip beni kafilelerine aldılar. Vadiyül Kura denilen yere gelince bana ihanet edip, köledir diyerek beni bir yahudiye sattılar. Yahudinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. Ahir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahudinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’ de geçiyor, beni satın alan yahudinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
”Bir gün beni satın alan yahudinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazreç kabileleri helak olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve “Senin nene lazım ki soruyorsun, sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kuba’ya vardım. Resulullah’ın yanına girip “Sen salih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resulullah yanında bulunan Eshaba “Geliniz hurma yeyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alamet budur. Sadaka kabul etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resulullaha getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshab ile birlikte yediler, işte ikinci alamet budur dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri yüzlerceydi. Resulullahın mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resulullahın yanına ikinci defa varışımda bir cenaze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübarek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehadeti söyleyerek müslüman oldum. Sonrada Resulullaha uzun yıllardan beri başımdan geçen hadiseleri bir bir anlattım.
Hâlime teaccüb edip, bunu Eshab-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshab-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım..”
Selmani Farisi iman ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti.
Gelen yahudi tercüman, Selman-ı Farisi’nin Peygamber efendimizi meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrail aleyhisselam gelip Selman’ın sözlerini doğru olarak Resulullaha bildirdi. Durumu yahudi anlayınca, Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.
Selman-ı Farisi müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti.
Peygamber efendimizin, “Kendini kölelikten kurtar ya Selmân” buyurması üzerine sahibine gidip, azad olmak istediğini söyledi. Buna zorla razı olan yahudi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hale getirmeği ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabul etti.
Bunu Resulullaha haber verdi. Resulullah eshabına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resulullah “Bunların çukurlarım hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resulullah teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer’in diktiği hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübarek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffa arasına katıldı.
Buyurdular ki: Bir gün bir zat beni arıyor ve “Selman-ı Farisi’yi Mükatib-i fakir (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerdedir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize gittim ve durumu arzettim.
Resulullah altını tekrar Selmân-ı Farisi’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu. Selman-ı Farisi, “Ya Resulallah, bu altın yahudinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resulullah o altını alıp, mübarek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder” buyurdu. Selman-ı Farisi, “Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum” dedi.
Uzak diyarlardan geldiği için Eshab-ı kiramdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Ebü Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün gazalara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişare ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selman-ı Farisi, Resulullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selman-ı Farisi, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Nu’man bin Mukarrin ile Ensar’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zat idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Cabir bin Abdullah: “Selman’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Hz. Selman’ın çalışmasına Kays bin Sa’sa’nın gözü değmiş ve Hz.Selman birden bire yere yıkılmıştı. Eshab-ı kiram hemen Resulullaha koşmuş ve ne yapmaları lazım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz, “Kays bin Sa’saya gidin. Selman için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selman yıkansın. Su kabı Selman’ın arkasından baş aşağı çevrilsin” buyurmuştur. Eshab-ı kiram, Peygamberimizin buyurduğu gibi yapınca, Selman-ı Farisi bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selman-ı Farisi’ye Peygamberimiz “Selman-ül Hayr””Hayırlı Selman” buyurdu.
Selman-ı Farisi hazretleri müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimim temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Resulullah’ın yakınlarından olup, bazı geceler huzurunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshab-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selman-ı Farisi hazretleri dünyaya hiç rağbet etmezdi.
Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikir ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin “Bir saat tefekkür bin sene ibadetten hayırlıdır” buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibadet et.”
Diline de “Ey lisanım, sen de Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibadet etti. Hiç bir gece bu ibadetleri kaçırmadı. Selman-ı Farisi hazretleri zaten Eshab-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin bizatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazifeli kıldıkları ve Peygamberimizden hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.
Kalbinde zerre kadar Allah ve Resulullah aşkından başka birşey bulunmayan Selman-ı Farisi hazretleri, kendisine gelen bütün dünya malını Allah rızası için dağıtırdı.
Elinde mal bulundurmazdı. Kinde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü.
Zinetli, süs örtülerin Ka’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin içindir” diye sordu. Dediler ki, “Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resulullah bana bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyacından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.” Biraz sonra bir hizmetçi gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir” dediler. Buyurdu ki: “Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikahlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona “Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin” diye sordu.
Hanımı “Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum”. Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki, “Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel” dedi.
Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibadet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâya dua etti. Selman-ı Farisi hazretleri hanımı ile de gayet zahidane bir hayat sürdüler. Eshab-ı Suffe içerisinde Resulullahın önünde, islam ilimlerini öğreniyordu. Hz. Selman (radıyallahü anh) senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resulullaha en yakın olan Selman-ı Farisi hazretleri idi. Hz. Aişe buyuruyor ki: “Selman-ı Farisi geceleri uzun zaman Resulullah ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resulullahın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hz. Ali, Ebü Zerr-i Gıfarı, Mikdad ve Selman-ı Farisi” buyurdular.
Hz. Ebu Bekir devrinde Medine’den ve Hz. Ebu Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hz. Selman, Hz. Ömer zamanında İran fethine katılmıştır, islam ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selman-ı Farisi’nin çok büyük hizmetleri olmuştur, iranlılar hakkında büyük malumat sahibi idi. Çünkü kendisi iranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara islamiyeti anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hz. Selman fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini islam askerlerine gösterdi. İran’ın Medayin şehri alınınca onu Hz. Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basireti vazifesindeki adaleti ve nezaketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece islamiyet orada süratle yayıldı.
Selman-ı Farisi hazretleri Hz.Ömer zamanında Medayin valisi iken otuz bin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vali olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyler alırdı. Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir tarafta güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vali iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selman-ı Farisi hazretlerini tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ‘ “Gel şunu taşı” dedi. Hz. Selman çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hz. Selmanı tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu validir” dediler. Adam, Hz. Selman’a dönüp “Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Hz. Selman; “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selman hazretleri böylesine de tevazu sahibi idi.
KİRLİ SU
Kölelerinden biri, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’ne şöyle dedi:
— Beni, belli bir para karşılığında azad et. Sordu:
— Bu parayı nereden bulup getireceksin; kendinden vereceğin bir şey var mı? Köle:
— Yok, deyince, tekrar sordu:
— Öyle ise, nasıl ödeyeceksin? Köle şöyle dedi:
— İnsanlardan isterim; dilenirim. Bunun üzerine köleye şöyle dedi:
— Sen bana, insanların yıkandıkları kirli suyu mu içirmek istiyorsun?
SECDE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Acem diyarından İslam Dini’ne ilk gi-rendir. Bilâl-ı Habeşi ise, Habeşistan’dan ilk Müslüman’dır. Allah ikisinden de razı olsun.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’ne, Fârisî bir köle kadın düştü. O köle kadına şöyle dedi.
— Namaz kıl. Kadın şöyle dedi:
— Kılmam. Sonra şöyle dedi:
— Öyle ise bir kere secde et. Kadın bunu da kabul etmedi; şöyle dedi:
— Bu da olmaz. Sonra, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’ne sordular:
— Onun bir kere secde etmesinden ne kazanacaktın? Şöyle dedi:
— Eğer secde edecek olsaydı, namaz kılmış olurdu. İslam Dini’nde namazdan yana bir nasibi olmayan kimse, İslam Dini’nden yana hiç bir nasibi olmayan gibidir.
ONU SANA YAZMIŞ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, bir kadını istetmek için, Ebud-Derda’yı yolladı. Ebud-Derda gitti, kadını istedi; Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’nin faziletini anlattı. Bölgesinden İslam Dini’ne ilk girme şere-fine nail olduğunu bildirdi. Kadının akrabaları ona şöyle dediler:
— Biz onu Selman’a vermeyiz; istersen sana verelim. Ebud-Derda, kadını orada kendine nikahladı, çıktı. Gelip Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’ne şöyle dedi:
— Bir şey oldu, sana söylemeye utanıyorum. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri sordu:
— Nasıl bir şey oldu?
Ebud-Derda, durumu olduğu gibi anlattı. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri de dinledi, ve şöyle dedi:
— Onu istediğim için benim utanmam daha uygundur. Çünkü, Allahü Teâlâ, onu sana yazmış.
BANA GELİNCE…
Bir gün, Kureyş kavminden biri, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’nin yanında övünüyordu. Onu dinleyen Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle dedi:
— Bana gelince… kendimi tanıtayım; anlatayım. Ben kokmuş sudan yaratıldım. Sonra da kokuşmuş bir cife olacağım. Ondan sonra da, işlerin tartıldığı amel terazisinin başına gideceğim. Eğer, iyilik gözü ağır basarsa, asıl üstün ben olurum, hafif gelecek olursa, kötünün de kötüsü ben olurum.
İKİNCİ ELBİSE
Hazret-i Ömer, bir gün Hutbe okuyordu; Allah ondan razı olsun. Şöyle dedi:
— Susunuzki, size duyurayım. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri şöyle dedi:
—Vallahi, seni dinlemek istemiyoruz.
Hazret-i Ömer sordu:
— Neden? Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri anlattı:
— Sen, kendini tebaandan üstün görüyorsun. Hazret-i Ömer tekrar sordu:
— Bu nasıl oldu? Hazreti Selman şöyle cevap verdi:
— Üzerinde iki kat elbise var. Halbuki burada başka kimsede böyle bir şey yok. Hazreti Ömer (r.a) dedi:
— Biraz müsaade et ey Allah’ın kulu. Sonra da:
— Ey Abdullah! Ey Ömer’in oğlu Abdullah! Söyle bu ikinci elbise kimindir? Hazreti Ömer’in oğlu cevap verdi:
— Yemin ederim ki o ikinci elbise benimdir. Bu cevap üzerine Selmân-ı Fârisî şöyle dedi:
— İşte şimdi seni dinler ve sana itaat ederiz, dedi. Allah hepsinden razı olsun.
İKİ İŞ
Selmân-ı Fârisî vali idi. Ebu Kalaba hazretleri yanına geldiğinde onu hamur yoğururken gördü:
— Bu da ne, senin hizmetçin yok mu? dedi. Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle buyurdu:
— Var, onu bir işe yolladım, humuru da ben yoğuruyorum. Ona iki işi de yaptırmayı uygun bulmadım, dedi.
ESHABIN HAKİKİ MANASI
Selmân-ı Fârisî Hazretleri Medayinde vali iken yanına iki kişi geldi.
— Sen Selman mısın? dediler. Oda :
— Evet dedi. Sonra tekrar sordular:
— Sen Resülüllahın eshabından mısın? dediler. Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle dedi: bilemiyorum ki. Bu defa iki kişi şöyle dediler:
— Galiba biz yanlış geldik. Aradığımız sen değilsin.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî Hazretleri:
— Aradığınız benim. Ancak henüz belli değil. Ben Resülüllah’ı gör-düm. Onun meclisinde bulundum, oturdum. Ancak kim onunla Cennete girerse onun eshabından sayılan odur, buyurdu.
YUMUŞAK ARKADAŞ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir hastaya geçmiş olsun ziyaretine gitmişti. Hasta ise ölmek üzereydi. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bu-yurduki:
— Ey melek buna yumuşak ve arkadaşça davran. Bunu duyan hasta şöyle dedi:
— Melek şöyle diyor: “Her müminin yumuşak davranan bir arakadaşı vardır.”
DOKTORCULUK
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’ne Ebud’Derda Hazrelerinden bir mektup geldi. Mektupta” İnsanları kutsallaştıran yere gel” diye yazıyordu. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri de ona şöyle yazdı:
—” Hiç bir yer insanı kutsallaştıramaz. İnsanı kutsallaştıran kendi amelleridir. Duyduğuma göre doktorluk yapıyormuşsun. Hastaları iyi edebiliyorsan sana ne mutlu. Eğer doktorculuk oynuyorsan sakın ha, bir insanı öldürebilirsin. Bunun sonunda Cehenneme girmek de vardır.”
ORUÇLUYUM
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir gün Ebu’d-Derda Hazretlerinin evine gitti. Ebu’d Derda Hazretlerini sordu. “Uyuyor” dediler. “Nesi var ?” deyince:
— Onun âdetidir. Cuma geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar, dediler. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri yemek hazırlamalarını istedi. Yemek hazırlanınca Ebu’d-Derda Hazretlerini uyandırdı.
— Hadi bakalım yemeğe, dedi. O ise :
— Ben oruçluyum yiyemem, dedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri ise ona israrla yedirdi. Sonra kalkıp birlikte Resülüllah Efendimizin yanına gittiler. Meseleyi olduğu gibi an-lattılar. Resülüllah Efendimiz:
—” Uveymir Selman, bu işte senden daha bilgili, dedi. Ve bu sözü üç defa tekrar ettikten sonra:
—” Geceler arasında sadece Cuma gecesini ibadete tahsis etme. Günler içinde de sadece cuma gününü oruca ayırma” buyurdular.
İLK GECE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri evlendi. Evliliğinin ilk günü hanımına dedi ki:
— Resülüllah bana şöyle tavsiye etti. Ailenle birleşeceğin zaman Allah’ın Taatı üzerine birleş. Gel birlikte Allah’a ibadet edelim sonra beraber oluruz.
ALLAH’A İTAAT EDENE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir müsafiri ile Medayin şehrinden çıktılar. Bir sahraya geldiklerinde kuş ve geyik sürüsüne rastladılar. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri:
— İçinizden bir geyik ve bir de kuş gelsin. Müsafirime ikram etmek istiyorum, diye seslendi. Hemen bir kuş ve bir de geyik geldi. Yanındaki müsafiri :
— Sübhanellah, bu nasıl iştir ! dedi. Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri:
— Buna şaşıyor musun? Bir kimse Allah’a itaat etsin de ona herhangi bir şey baş kaldırsın, isyan etsin böyle şey olmaz, buyurdu.
ÂLEM-İ ERVAHTAN
Hafız Ebu Nuaym Hazretleri anlatıyor:
Haris Bin Umeyr anlatmıştı.
— Bir gün Medayin şehrine gelmiştim. Yanında kırmızı bir deriyi ovan bir adamla karşılaştım. Bana doğru baktı ve:
— Orada biraz dur, ey Allah’ın kulu, dedi. Yanımdaki adama: “Bu zat kimdir?” diye sordum. Selmân-ı Fârisî olduğunu söyledi. Sonra o zat eve gitti. Güzel, beyaz bir elbise giyip geldi. Elimi tutup benimle musafaha etti. Dedim ki:
— Ey Allahın kulu, daha önce seninle hiç tanışmamıştık. Sen beni nerden tanıyorsun?
— Doğrudur, dediğin gibidir. Ancak yemin ederim ki, seni görür görmez ruhum ruhunu tanıdı. Sen Haris Bin Umeyr değil misin? dedi. Ben evet diye cevap verince buyurduki:
— Resülüllah Efendimizin şöyle buyurduğunu işittim: ” Ruhlar hep bir arada bulunan ordu gibidirler. Onlardan ezelde birbiri ile tanışanlar, dünyada da birbirlerini tanırlar ve hemen anlaşırlar. Öbür alemde birbirleri ile tanışmayanlar ise burada da birbirlerine yabancı olurlar.
SELMÂN-I FÂRİSÎ (R.A)
HAZRETLERİNDEN GÜZEL SÖZLER:
—” İlim çoktur ömür kısadır. Öyle ise tuttuğun dini yoldan sana ne gerekli ise onu al kalanını bırak.”
—” Bu ümmetin helaki yaptıkları sözleşmenin bozulmasına yakın zamanda olacaktır.”
—” Kalb ile cesedin durumu âmå ile kötürümün durumu gibidir. Kötürüm şöyle der: ” Şurada bir meyve görüyorum ama uzanıpta alamı-yorum. Beni sırtına al ki onu alayım”. Bunun üzerine kör onun sırtına yüklenir, o da o meyveyi alır. Hem kendisi yer hem de köre yedirir”.
—” Mümkün olursa pazara ilk giren de olmayın, son çıkan da olma-yın. Çünkü orası şeytanın savaş alanıdır. Sancağını oraya dikmiştir.”
Abdullah bin Selam hazretleri Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri’ne şöyle dedi:
—” Benden önce ölürsen ne ile karşılaştığını bana bildir. Ben senden önce ölürsem ben sana bildiririm”dedi. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri Abdullah bin Selam’dan önce vefat etti. Abdullah bin Selam onu rüyasında gördü ve nasılsın diye sordu. O da:
—” Hayır oldu” diye cevap verdi. Abdullah bin Selam tekrar sordu.
—”Orada hangi işi daha yararlı buldun”. Selmân-ı Fârisî (r.a)
—” Tevekkülü çok güzel bir şey olarak buldum ve onun çok faydasını gördüm. Sana tevekkülü tavsiye ederim. Tevekkül çok güzel bir şeydir” buyurdu.
—” Dünyada iman sahibinin hali hastanın hali gibidir. Doktoru da yanındadır. Bu doktoru onun hastalığını da bilir ilacını da. Hasta zararlı bir şey istediği zaman doktoru ona sakın ha ona yaklaşma, onu alır yer, helak olur, ölürsün, der. Hastalığından kurtuluncaya kadar bu böyle devam eder. İman sahibi de böyledir. Pek çok şey ister. Fakat kendisine neyin zararlı olduğunu bilmez. Allâhü Teâlâ Hazretleri onu zararlı şeylerden uzaklaştırmaya çalışır. Sonunda iman sahibi ölür cennete gider.”
—” Allâhü Teâlâ Hazretlerine gizli gizli asi oldun ve günah işledinse gizli gizli ibadet et sevap işle. Şayet açıkça asi oldun günah işledinse açık açık itaat et ve sevap işle. Bunlar birbirlerini silerler.”
—” Üç kimse beni şaşırttı.
1- Dünya için ümitlerle dolu olan insan. Halbuki ölüm onun peşinde.
2- Gaflet içinde gezen kimse. Halbuki onu hiç unutmayan biri var.
3- Kahkahalarla gülen kimse. Alemlerin rabbı Allah ona dargın mı yoksa ondan razı mı olduğunu hiç düşünmez.”
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri çokça yiyecek almıştı. Kendisine:
—” Ey Allah’ın kulu, sen Resûlüllahın eshabından olasın da, böyle şey yapasın, dediler. Şöyle cevap verdi:
—” Bunu böyle yapmam bir endişeden ve vesveseden değildir. Nefis gücünü aldığı ve rabbının ibadetine daldığı zaman şeytan ondan ümidini keser.
Atıyye bin Amir anlatıyor:
—” Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerini gördüm. Bir yemek için kendi-sine ısrar ediliyordu. O da şöyle diyordu:
—” Bu kadarı yeter. Resûlüllah Efendimizden duydum. Dünyada iken çokça karınlarını doyuranlar kıyamet günü en çok aç kalanlardır. Ey Selman dünya müminin zindanı, kafirin de cennetidir.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri vefatına yakın ağlıyordu. Kendisine sordular:
—” Neden ağlıyorsun”. Şöyle cevap verdi:
—” Vallahi ölümden korkuma ağlamıyorum. Ne varki Resûlüllah Efendimiz “Sizden her birinizin dünyalığı bir yolcunun azığı kadar olsun” buyurdu. Şu etrafımdaki yastıklara bakın”. Etrafında bir çamaşır leğeni, büyükçe bir çanak, abdest için bir su kabı ve bir de yastık vardı. Bize bir tavsiyede bulun dediler. Şu tavsiyede bulundu:
—” Bir derdin olduğu zaman Cenâb-ı Hakk’ı zikret, bir hüküm vere-ceğin zaman rabbını hatırla, bir bölme yapacağın, pay dağıtacağın zaman rabbını aklına getir”.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri vefat ettikten sonra, geride kalan eş-yaları satıldı. Hepsi 24 dirhem ( yaklaşık 70 gram) gümüş para etti.
Bir gün Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerine bize bir tavsiyede bulun dediler. Şu tavsiyeyi yaptı:
—” Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl: Ya hac yolunda, ya Allah yolunda cihadda, veya bir mescidin tamiri anında. Gücün yeterse bunları yap. Sakın şu iki halin biri içinde iken ölmeyesin:
—” Tüccar ve vergici”.
RESÜLÜLLAH İLE ÜLFETİ
Altun Silsile’nin ikinci halkası olan Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri Rasûlüllah (s.a.v.) Hazretlerinin çok yakını idi.
Hazret-i Aişe (r.a.):
— Selmân bize bile galebe edip geceleri Resûlüllah ile gizli gizli sohbet eder ve bizden ziyâde ülfet ederdi, dedi.
Hendek gazasında, harp cephesi boyunca hendek kazma fikrini o ortaya atmış ve Sevgili Peygamberimiz tarafından kabul edilmiştir. Zamanımızın çelik ve beton müdafaa hatlarına eşit olan bu tedbir, o zamanın en ileri fennî ve askerî buluşlarındandır. Hendek kazımında çalışması da çok meşhurdur.
Hazret-i Ömer’in (r.a.) hilâfet yıllarında Medayin’e vali tayin edilmişti. 250 (bir rivayete göre de 350) yaşlarında iken Hazret-i Osman’ın (r.a.) hilâfetleri sırasında irtihâl’i dâr’ı bekâ eylediler. (Radıyallahü anh)

3 – KASIM BİN MUHAMMED
Kasım bin Muhammed
Kasım bin Muhammed hazretleri, tabiinin büyüklerinden ve Medine’de yetişen ve kendilerine “fukaha-i seb’a” adı verilen yedi büyük âlimden biridir. Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin üçüncüsüdür.
Babası Muhammed, Hazret-i Ebu Bekir’in oğludur. İmam-ı Zeynelabidin ile de teyze çocuklarıdır. Babası şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası Hazret-i Âişe validemizin yanında büyüdü. Eshab-ı kiramdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenip başta halası Hazret-i Âişe, Ebu Hüreyre, ibni Abbas ve ibni Ömer gibi meşhur sahabilerden hadis-i şerif rivayetinde bulundu. Tasavvuf ilminde mütehassıstı. Vera ve takvada eşi ve benzeri yoktu.
Resulullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek marifetlerinin hepsini, bu zatın dedesi olan Hazret-i Ebu Bekri Sıddık’ın kalbine akıttı. O, ruh ilminde de bir mütehassıs oldu.
Hazret-i Ebu Bekri Sıddık da Resulullahtan aldığı bu feyizleri, Eshab-ı kiramdan Selman-ı Farisi’nin kalbine akıttı. Ruhu yükselten ve onu besleyen bu marifetlere, Muhammed bin Kasım da, Selman-ı Farisi’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu.
Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncüsü olan imam-ı Cafer-i Sadık da, Kasım bin Muhammedin sohbetinden feyz aldı.
Hadis ve fıkıh ilminde zamanının en yükseğiydi. İlimde ve takvada eşine rastlanamayacak bir yüksekliğe erişmişti. Çok hadis-i şerif nakletti. İlmi herkes tarafından takdir edilirdi. Ömer bin Abdülaziz; “Eğer birini yerime halife seçmem gerekseydi, Kasım’ı seçerdim” buyurmuştur.
Dini meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebi’ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resulullahın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetva verirdi. Mezhep imamlarımızdan Malik bin Enes de onun hakkında: “Kasım, bu ümmetin, fakihlerindendi” buyurmuştu.
Kendisi anlatır:
“Bir gün halam Hazret-i Âişe’nin yanına vardım. Ona; “Anacığım (Halacığım), beni Peygamber efendimizin kabri şerifine götür!” dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saadeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek olmadıkları gibi, pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca çakıl taşları dökülmüştü. Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddık’ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerinin mübarek sırtı hizasında, Hazret-i Ömer’in başı da Resulullah efendimizin ayağı hizasındaydı.”
Mekke ile Medine arasında Kudeyd denilen yerde 725 senesinde vefat etti. Vefatından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna: “Benim üzerimde bulunan şu elbiselerim kefenim olsun” dedi. O esnada üzerinde gömlek, peştamal ve cüppe vardı. Oğlu; “Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?” diye sordu. Oğluna buyurdu ki: “Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var.”
Güzel sözlerinden birisi şöyledir:
Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musibetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen nimetleri de alçak gönüllülük ederek almayı severlerdi.
4 – CAFER-İ SADIK
Cafer-i Sadık hazretleri, Ehl-i beytten olup, on iki imamın altıncısı, Silsile-i aliyyenin dördüncüsüdür. Babası Muhammed Bâkır, dedesinin dedesi Hazret-i Ali’dir.
İlim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi pek çoktu. Kimyanın babası sayılan Cabir de, Cafer-i Sadık hazretlerinin talebesidir.
İmam-ı Cafer’in en meşhur talebesi olan İmam-ı a’zam Ebu Hanife, Cafer-i Sadık’ın sohbetlerine iki sene devam ederek, o gizli ve açık marifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmam-ı a’zam, onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu” buyurdu.
Hakiki İslam âlimleri, dinimizi, hiç değiştirmeden bugüne kadar ulaştırmıştır. Bu âlimlerden iman bilgilerini anlatanlara “Mütekellimin”, ibadetlerin nasıl olacağını bildirenlere, “Fukaha”, kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme “Tasavvuf” ve bu ilmin âlimlerine de “Mutasavvifin” denildi. İşte imam-ı Cafer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı.
Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, imam-ı Cafer’i buraya getir, öldürmek istiyorum.” Vezir, hükümdarı bundan vazgeçirmek için çok çalıştı ise de ikna edemedi. Mecburen çağırmaya gitti. Hükümdar da cellatlara emir verdi. “İmam-ı Cafer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkarınca hemen başını vurun!” dedi. Bir müddet sonra, imam-ı Cafer-i Sadık hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevazu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu, edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellatlar şaşırıp kaldı. Hükümdar, Hazret-i İmama ,”Efendim, benden isteğiniz olursa emredin, hemen yapayım” dedi. Hükümdara “O halde lütfen beni bir daha çağırıp da ibadetten alıkoyma” buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu uğurladı. Gittikten sonra vücudunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâl?” Hükümdar; “O içeri girince, yanında bir aslan gördüm. Sanki bana “Onu incitirsen seni parçalarım” diyordu. Ne yapacağımı şaşırdım” dedi.
Buyurdu ki:
“Şunlarla beraber bulunmaktan sakın:
1- Yalancıdan.
2- Cimriden.
3- Ahmaktan. Çünkü en çok işine yarayacağı zaman, seni bırakır.
4- Fasıktan yani günah işlemekten utanmayandan!“
“Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatada ısrar helak olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin.”
“Mihnete şükretmeyen, nimete şükretmez.”
“Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekat vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur. “
“Şu dört şeyin azı da çoktur: Ateş, düşman, fakirlik, hastalık.”
“Şu üç şey Müslümana şeref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir şey vermeyene iyilikte bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak.”

5 – BEYAZİD-İ BESTAMİ
Bayezid-i Bistami hazretleri, Silsile-i aliyyenin beşincisidir. Arifler sultanı diye meşhurdur. İsmi Tayfurdur. Üveysi idi. Kendisinden kırk yıl önce vefat eden imam-ı Cafer-i Sadık hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etti.113 âlimden ilim öğrenmiştir. Son derece âlim, fâdıl ve edip idi.
Daha annesinin karnında iken kerametleri görülmeye başladı. Annesi ona hamile iken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
Çocukken bir gün cami avlusunda oynuyordu. Şakik-i Belhi hazretleri, “Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velisi olacak” buyurdu. Hadis âlimlerinden bir zat, onu görünce çok hoşuna gitti. “Güzel çocuk, namaz kılmasını biliyor musun?” dedi. Bayezid-i Bistami, “Evet Allah dilerse becerebiliyorum” cevabını verince; “Nasıl?” diye sordu. O da “Buyur yâ Rabbi! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur’an-ı kerimi tane tane okuyor, tazim ile rükuya varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedalaşarak selam veriyorum” deyince, o zat hayran kalarak; “Ey zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayış varken, insanların başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?” diye sordu. Ona, “Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına engel olmam uygun olur mu?” dedi.
Anneye hizmet
Küçük yaşta iken okumaya başladı. Dikkatle derslerine devam ediyordu. Bir gün okuduğu bir âyet-i kerimenin (Lokman suresi: 14) tesiri ile eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca, şöyle cevap verdi: “Öğrendiğim bir âyet-i kerimede, Allahü teâlâ, kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya sana hep hizmet edeyim veya beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibadet ile meşgul olayım” dedi. Annesi; “Sen beni bırak Allahü teâlâya ibadet et” dedi. Bundan sonra, kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi.
Soğuk bir kış gecesi idi. Annesi yatarken su istedi. O da hemen fırladı. Fakat testide su yoktu. Çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Eve geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Testi elinde olduğu halde bekledi. Epey müddet sonra annesi uyanıp “Su, su!” diye mırıldanarak uyandı. Oğlunun bu hâlini gören annesi; “Yavrum, testiyi niçin elinde tutuyorsun?” dedi. O da, “Uyandığın zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum” dedi. Annesi; “Ya Rabbi! Ben oğlumdan razıyım. Sen de razı ol!” diye dua etti. Belki de annesinin bu duası sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyalığın yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsan etti.
İbadet zevki
Gençlikte yaptığı bazı ibadetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı. İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat sebebini bilmiyorum” dedi. Annesi epey düşündükten sonra, “Evladım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocakta pişmekte olan tarhanaya komşudan izinsiz parmağımı batırıp ağzına koydum” dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helalleştikten sonra ibadetlerinden zevk almaya başladı.
Bir gece seher vakti Allah dedi. Sonra düşüp bayıldı. Ayılınca, niçin bayıldığını sordular. (Sen kim oluyorsun da ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir ses gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım) buyurdu.
Biri, “Bu derecelere nasıl kavuştunuz?” diye sordu. Ona “Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riayet etmekle” diye cevap verdi.
Bir gece otururken ayaklarını uzatmıştı. (Sultanla oturan edebini gözetmeli) diye bir ses duyup hemen toparlandı.
Buyururdu ki:
Allahü teâlâyı an, dilini, başka işlerle uğraşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur. Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan sevgisinin gerçek olup olmadığının alameti, kendisinde deniz misali cömertlik, güneş misali şefkat ve toprak misali tevazu gibi üç hasletin bulunmasıdır.

6 – EBU’L-HASAN HARKANİ (K.S.)
Ebul Hasan-ı Harkani hazretleri, Silsile-i aliyyenin altıncısıdır. Büyük İslam âlimi Bayezid-i Bistami’nin ruhaniyetinden istifade ederek yükselmişti. Zamanının kutbu idi.
Bir gün Dr. İbni Sina, Şeyh Ebul Hasan Harkani hazretlerini evinde ziyarete geldi. Hanımı, ters birisi idi, adeta onu azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. İbni Sina ormana giderken, Şeyhin, odun yüklü bir aslanla geldiğini gördü.”Bu ne hâl?” diye sorunca, “Evimdeki kurdun sıkıntı yükünü taşıdığım için, bu kurt da bizim yükümüzü taşıyor” buyurdu.
Sultan Mahmud Gaznevi, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harkan şehrine yakın gelmişti. Birkaç adamını, Harkan’a Şeyhe göndermiş ve onu yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri, bir özür beyan ederek gitmedi. Durum, Sultana bildirilince, “Haydi kalkın, demek ki o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim” dedi. Sonra kendi elbisesini Kadı İyad’a giydirdi ve kendisi de silahtar olarak, Kadı İyad’ın yanında Şeyhin evine girdi. Sultan selam verince, Şeyh hazretleri selamını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Sultan, Şeyhe; “Niçin ayağa kalkmadınız?” diye sorunca, Şeyh, “Madem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım” dedi. Soruya o anda cevap vermedi.
Sultan Mahmud, Şeyhe; “Hocan Bayezid-i Bistami nasıl bir zat idi?” diye sordu. Şeyh: “O, öyle kâmil bir veli idi ki, onu görenler hidayete kavuşurdu” dedi. Sultan bu cevabı beğenmedi, “Ebu Cehil, Ebu Leheb gibiler, Fahr-i kâinat efendimizi çok defa gördüler. Fakat hidayete gelmediler?” dedi. Şeyh; “Ebu Cehl ve Ebu Leheb gibiler, insanların en üstününü Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olarak görmediler. Ebu Talib’in yetimi olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebu Bekri Sıddık gibi bakarak, Resulullah olarak görselerdi, eşkıyalıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemale gelirlerdi” buyurdu. Sultan bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı.
Sultan Mahmud; “Bana nasihat ediniz” deyince Şeyh; “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster” dedi. Sultan, Şeyhin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Şeyh, sultanın önüne arpadan yapılmış bir yufka koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Şeyh hazretleri; “Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alakamızı kestik. Şu altınları önümden alın” dedi. Sultan, paraları almak zorunda kaldı.
Sultan giderken, Şeyh ayağa kalktı. Sultan, “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun, niye?” diye sordu. Şeyh hazretleri; “Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise derviş olarak gidiyorsun. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum” dedi.
Sultan, yaptığı bir gazada mağlup olmak üzere idi. Birden Şeyhin hırkasını eline alıp; “Ya İlahi! Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine, şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl” diye dua etti. Düşman tarafında bir toz duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde bir şey görmeyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmud, rüyasında Şeyhi gördü. Şeyh, Sultana; “Allahü teâlânın dergahında, büyüklerimizin yüzü suyu hürmetine zafer kazandın” buyurdu.
Kıymetli sözlerinden birkaçı şöyledir:
“Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlastır. Halk için yaptığın herşey de riyadır.”
“Şu iki kişinin çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyaya düşkün âlim ve ilimsiz sofu.”
“Eğer bir mümini ziyaret edersen, hasıl olan sevabı, yüz adet kabul edilmiş nafile hac sevabı ile değiştirmemen lazımdır. Çünkü bir mümini ziyaret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevabından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyaret edince, Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz.”
“Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış gibi olur. Eğer incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü ibadetini kabul etmez.”
7 – EBU ALİ FARİMİDİ (K.S.)
Ebu Ali Farmedi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yedincisidir. Devrinin bir tanesi idi. Zâhiri din ilimlerini, Ebul-Kasım Kuşeyri’den ve daha başka âlimlerden öğrendi. Nasihatleri pek tesirli idi. Nizâm-ül-mülk ve zamanın devlet erkanı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. İmam-ı Gazali ve Yusuf-i Hemedani hazretlerinin de hocası idi.
Kendisi anlatır:
Gençliğimde Nişabur’da ilim öğreniyordum. Bir gün Şeyh Ebu Said Ebulhayr hazretlerinin Nişabur’a gelmekte olduğu haberini aldık. Kerametleri meşhur idi. Nişabur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüğünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse karşılamaya çıktı. Ben de onu görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvufa karşı kalbimdeki sevgi pek fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Devamlı sohbetlerine katılmaya başladım. Bir gün onu görme arzum arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Etrafıma bakındım. Ebu Said hazretleri bir çok kimse ile bir yere gidiyordu. Onları takip ettim. Bir yere davete gidiyorlarmış. Davet edilen eve girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Şeyhe bir hâl oldu, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra abayı çıkarıp yere bıraktı. Mecliste bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyhin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; “Ebu Ali neredesin?” dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, galiba talebelerinden, adı Ebu Ali olan birini çağırıyor diye cevap vermedim. İkinci defa çağırınca, oradakiler bana; “Şeyhimiz seni çağırıyor” dediler. Kalkıp huzuruna vardım. İşlemeli elbise parçasını bana verip; “Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın” dedi.
Ebul-Kasım Kuşeyri’nin yanında kaldığım sıra, bende meydana gelen halleri kendisine anlatınca, “Evladım, ilim öğrenmekle meşgul ol” diyordu. 2-3 yıl daha ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım. “Mademki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak” dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergaha geçtim.
Bir gün bana bir hâl oldu, kendimden geçtim. Bir mürşide, rehbere ihtiyacım var diye düşündüm. Ebul-Kasım Gürgani’nin ismini işitmiştim. Tus şehrine hareket ettim. Talebeleri ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırıp, “Gel Ebu Ali” buyurdu. Yanına oturup hallerimi anlattım. “Başlangıcın mübarek olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşursun” buyurdu. Kalbimdeki aşk ve şevk çoğalmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebul-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine, nihayetsiz feyizlerine kavuştum.
Hocam Ebul-Kasım Kuşeyri hamamda guslediyordu. Belki ihtiyacı olur diye kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmış. Hamamdan çıkınca; “Ey Ebu Ali, Ebul-Kasım’ın 70 yılda elde ettiği dereceyi, sen bir kova su ile kazandın” buyurdu.
Bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşırken önümüze büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korkup kaçıştık. Ebu Said hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyhin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterdi. Şeyh hazretleri yılana; “Zahmet ettin” dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Şeyh dedi ki: “Bu dağda iken birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tazeledi. Ahdin güzelliği imandandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Hazret-i İbrahim de güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı.

8 – YUSUF HEMEDANİ (K.S.)
Yusuf-i Hemedani hazretleri, Silsile-i aliyyenin sekizincisidir. Fıkıh âlimi idi, hadis ilmini de öğrendi. Tasavvufu Ebu Ali Farmedi hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemale ulaştı. Yüzlerce talebesi vardı. Abdullah-i Berki, Ahmed Yesevi ve Abdülhâlık-ı Goncdüvani gibi büyük veliler yetiştirdi. Bir taraftan doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilaç yaparak herkesin derdine deva bulmaya çalışırdı.
Necibüddin Şirazi isimli bir zat anlatır:
Bir zamanlar evliya sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. İnceledim, çok hoşuma gitti. Bunlar kimin sözüdür, bu zatı bulayım da, istifade edeyim dedim. Bir gece rüyada, heybetli, vakarlı, ak sakallı, pek nurâni bir zatın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdest almaya gitti. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsi baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsi yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı. “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim” buyurdu. Hangisini verirseniz iyi olur dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. “Ben, o okuduğun parçaların sahibi olan Yusuf-i Hemedani’yim” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan sevgim arttı.
İbni Hacer-i Mekki hazretleri anlatır:
Ebu Said Abdullah, İbn-üs-Sakka ve Seyyid Abdülkadir-i Geylani ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin, Nizamiyye Medresesinde vaaz ettiğini duymuşlardı. İbn-üs-Sakka; “Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek” dedi. Ebu Said Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edep timsali olan Abdülkadir-i Geylani de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sadece huzurunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihayet Yusuf-i Hemedani hazretlerine geldiler.
Yusuf-i Hemedani hazretleri, İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim sual soracaksın ha! Senin sormak istediğin sual şudur. Cevabı da şöyledir. Senden kâfirlik kokusu geliyor” buyurdu. Sonra Ebu Said Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir sual soracaksın ve bakacaksın ki, ben o sualin cevabını nasıl vereceğim. Soracağın sual şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riayet etmediğin için, ömrün sıkıntı ile geçecek” buyurdu. Sonra Abdülkadir-i Geylani’ye döndü. “Ey Abdülkadir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürside oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını, “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyayı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş halde olduklarını görüyor gibiyim” buyurdu.
Aradan yıllar geçti. Abdülkadir-i Geylani zamanındaki evliyanın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zatlardan herkes gelerek, mübarek sohbetlerinden istifade ederlerdi. Bir gün buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” Zamanında bulunan bütün evliya, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Yusuf-i Hemedani hazretlerinin senelerce önce haber verdiği hâller anlaşılıyordu.
İbn-üs-Sakka ise, çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok ilgi gösterdiler. Nihayet, onlara aldanarak hıristiyan oldu.
Ebu Said Abdullah da diyor ki:
Hayatım sıkıntılar içinde geçti. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.

9 – ABDU’L-HALIK GUCDÜVANİ (K.S.)
Abdülhalık Gucdüvani hazretleri, Silsile-i aliyyenin dokuzuncusudur. Babası Abdülcemil Malatyalı idi. Hızır aleyhisselâm babasına, “Ey Abdülcemil! Senin bir erkek evladın olacak, ismini Abdülhalık koyarsın” buyurdu.
Abdülcemil daha sonra Buhara’nın Goncdüvan kasabasına yerleşti. Çok geçmeden bir erkek evladı oldu. İsmini Abdülhalık koydu. Abdülhalık, beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhara’ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddin hazretlerinden Kur’an-ı kerim ve tefsirini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnasında, “Rabbinize gizli dua ediniz!” mealindeki âyet-i kerimeye gelince hocasına, “Bu gizliden murat nedir? Eğer zikir ve dua, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyadan korkulur. Eğer kalb ile olursa, damarlarda dolaşan şeytan duyar. Ne yapayım?” diye arz etti. Hocası, Sadreddin hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun böyle bir sual sormasına hayret edip, “Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. İnşallah, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstada kavuşursun. Böylece bu müşkülün halledilmiş olur” buyurdu. O da bu zatı beklemeye başladı. Bir gün Hızır aleyhisselam yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık anma yollarını öğretip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah kelime-i tayyibesini şöyle söyle!” diye tarif etti.
Yusuf-i Hemedani hazretleri Buhara’ya gelince, Abdülhalık Gucdüvani onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bunu şöyle anlatır: 12 yaşında idim. Hızır aleyhisselam bana Yusuf-ı Hemedani’den ilim öğrenmemi tavsiye etti. Onun Buhara’ya geldiğini işiterek derhal yanına gittim. Ondan pek çok istifadem oldu.
Ders anlatırken, bir genç içeri girdi. Az sonra söz isteyip, “Müminin firasetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar” hadis-i şerifinin sırrı nedir diye sordu. Gence heybetle bakıp, “Önce belindeki zünnarı kes ve müslüman ol” dedi. Genç, telaşla; “Ben müslümanım zünnarım yok” dedi. O zaman bir talebesine gencin hırkasını çıkarmasını işaret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belindeki hıristiyanlara ait zünnar denilen ip kuşak görüldü. Genç, çok mahcup oldu. Üstada sevgi duymaya başladı. Böylece evliyanın, Allahü teâlânın nuruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehadet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sonra Üstad, talebelerine, “Bu genç maddi zünnarı kesti, biz de kalbdeki zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur” buyurdu..
Bir gün biri geldi. “Son nefeste iman ile gitmek için bize dua edin!” dedi. Misafire, “Farzları eda ettikten sonra dua edenin duası kabul olur. Sen, farzları yaptıktan sonra dua ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duanın kabul olmasına vesile olur” buyurdu.
Safeviler Goncdüvan kalesini ablukaya alınca, kendilerine saldıran askerlerin başında heybetli bir zatı elinde iki ağızlı kılıç ile hücuma geçtiğini gördüler. Çok zayiat verip kaçtılar. Üstadın vefatından önce söylediği aşağıdaki sözleri onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerametiydi.
Dosta kutlu, düşmana ise bela olurum,
Savaşta demir gibi, barışta sanki mumum,
Nur çeşmesinin başı Goncdüvan menzilimiz
Harbde iki ağızlı kılıç ile vururum.

10 – HACE ARİF RİVGİRİ (K.S.)
Arif-i Rivegeri hazretleri, Silsile-i aliyyenin onuncusudur. Buhara’ya 30 km uzaklıkta bulunan Riveger köyünde dünyaya geldi.
Küçük yaşta tahsile başladı. Zeka ve kavrayışının parlaklığı sebebi ile hızla ilerledi. Bu esnada ilim ve hikmet sahibi, ibadet şartlarını harf harf yerine getiren, insanlara doğru yolu göstermede zamanın kutbu Abdülhalık Goncdüvani hazretleri ile tanıştı ve bütün dünyası değişti. Daha ilk günde ebedi saadet tacının başına konduğunu hissetti. Derhal kendisine bağlandı, vefatına kadar hiç ayrılmadı.
Hocası ilk sohbetinde ona şöyle dedi:
“Hak yolcusu talebe, zamanının değerini gayet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne halde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şayet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir hal bilmeli. “Allahıma şükürler olsun” demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telafi etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsani mazeretini bildirip Ondan bağışlanmasını dilemeli, estağfirullah demelidir…”
Arif-i Rivegeri, hocası Abdülhalık-ı Goncdüvani hazretlerinin hayatlarında ona hizmet etmekle meşhur olup, pek çok feyz ve bereketlere kavuştu. Yüksek üstadının vefatından sonra onun yerine Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu insanlara öğretme işine memur oldu. Himmet, inayet ve gayretlerini Allahü teâlâyı arayanlara sarf etti.
Pek çoğunun hidayete ve evliyalık makamlarında yüksek derecelere kavuşmalarına vesile oldu. Zamanının bir tanesi idi. Herkese çok iyi ve yumuşak davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Nefsinin istediklerini hiç bir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak, ruhunu yükseltmek için çok çalışırdı. Haramlardan şiddetle kaçar, hatta harama düşmek korkusu ile mubahların fazlasını terk ederdi. Geceleri vaktini hep ibadetle geçirir, gündüzleri talebe okutur, sünnet olduğu için; gündüz öğleden önce bir miktar uyurdu. Buna kaylule denir. Peygamber efendimizin sünnetini çok iyi bilir, onun unutulmaması için çok gayret gösterirdi.
Sohbetlerine şöyle başlardı:
“Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü Cenab-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”
Arif-i Rivegeri hazretleri uzun bir ömür yaşadı. Kabrini ziyaret edenler, onun feyiz ve bereketlerine kavuşmaktadır. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan dualar kabul olmaktadır.
Bir gün Abdülhalık-ı Goncdüvani’yi gördü,
Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.
Bir hizmetim dokunsa diye düşündü bir an,
Yükü taşımak için, izin istedi ondan.
Hazret-i Abdülhalık, onun bu teklifini,
Peki evlat diyerek, verdi elindekini.
Sonra yüzünü dönüp, bir nazar etti ona.
Adeta o yeniden gelmiş oldu cihana
Değişiverdi hemen, bir başka oldu hâli,
Çünkü kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhi.
Bir gün eski hocası, rastladı yine ona,
Hakaretler ederek, dedi. “Dön okuluna!”
Bu hoca, her nasılsa, şeytana uymuş idi,
Gerçi bu günahına pişmanlık duymuş idi.
Arif-i Rivegeri, üstün firasetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:
“Efendim, bu gariple, uğraşacağınıza,
Niçin bakmıyorsunuz, dünkü günahınıza.”
Görünce talebenin böyle kerametini,
Anlamıştı bu hâlin, nereden geldiğini.
O da Abdülhalık-ı Goncdüvani’ye gitti,
Talebe oldu ona, yıllarca hizmet etti.

11 – MAHMUD İNCİR FAG’NEVİ (K.S.)
Mahmud-i Encirfagnevi hazretleri, Silsile-i aliyyenin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i Encirfagnevi, Buhara’nın Fagne köyünde doğdu. 1315 yılında vefat etti. Mimarlık ile geçinirdi.
Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemale geldi. Maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalaletten hidayete, yani sapıklıktan doğru yola ve saadete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramiteni’dir.
Hocası Ârif-i Rivegeri’den icazet alıp, insanları doğru yola irşad ile vazifelendirilince, vaktin gereği sesli zikre başladı. Sesli zikre ilk başlaması, hocasının vefat hastalığı sırasında, Riveger tepesi üzerinde olmuştu. Hace Ârif bu zaman; “Şimdi vaktidir” buyurdu. Bu sözünü, kabulüne işaret tutmuşlardır. Hace Ârif Rivegeri’nin vefatından sonra, Kale Kapısı önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hace Muhammed Parisa’nın dedelerinden Mevlana Hafızuddin, âlimlerin üstadı Şemsüleimme Hulvani’nin işareti ile, Buhara’da, o zamanın en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda, Hace Mahmud’a; “Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikir ile meşgul oluyorsunuz?” diye sordu. Cevabında; “Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tevbeye ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum” buyurdu. Bunu duyunca, Mevlana Hafızuddin ona; “Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur” dedi. Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: “Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir.”
Büyük âlim Ali Ramiteni anlatır:
“Hace Mahmud-i Encirfagnevi zamanında, dervişlerden biri Hızır aleyhisselamı gördü ve ona; “Bu zamanda kendisine uyulacak şeyh kimdir?” diye sordu. Hazret-i Hızır, “Hace Mahmud-i Encirfagnevidir” dedi.
Hazret-i Hızır ile görüşüp o suali soran zatın, Ali Ramiteni’nin kendisi olduğunu bildirmişlerdir.
Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i Encirfagnevi’nin bağlıları ile Ramiten sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Onların başlarının üzerine gelince, açık bir dille; “Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!” dedi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Ramiteni buyurdu ki: “O, Hace Mahmud-i Encirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu kerameti ihsan eyledi. Şimdi Hace Dıhkan hastadır, Son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyarete, yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için evliyasından birini göndermesini istemişti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor.”

12 – HACE ARİF RAMİTİNİ (K.S.)
Hace Arif Ramiteni hazretleri, Silsile-i aliyyenin on ikincisidir. Buhara yakınlarındaki Ramiten kasabasında doğdu.
Herkese yol gösteren, kalbinden nur fışkıran Mahmud-i Encirfagnevi hazretlerinden çok faydalandı. Evliyalık derecelerine kavuştu. Maddi ilimlerde de yükseldi. İbadet ve derslerden sonra helal lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manasına Pir-i Nessac derlerdi.
Bir talebesi kendisine bir yemek getirmişti. Ona, “Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır” buyurdu. Genç de; “İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!” dedi. O da, “Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın” buyurdu. Genç ise; “Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat yine de her emrinize razıyım” dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de “Azizan” olarak kaldı.
Ali Ramiteni hazretleri ömrünün sonlarına doğru Buhara’dan Harezm’e geldi. Sur kapısında konakladı ve oranın padişahına iki talebesini gönderdi. “Sultana gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. İzin verirseniz burada kalacak, izin vermezseniz geri gidecektir, deyiniz. Eğer izin verirse, sultanın elinden mühürlü bir belge alın” buyurdu. Talebeleri gidip sultana durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı ise de, mühürlü bir belge verdi. Bu belgeyi talebeler getirdiler. Azizan hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti.
Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; “Şimdi abdest alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılın. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönün” buyururdu. İşçiler, çalışmadan oturmak suretiyle, ibadetlerini de yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru ise ücretlerini almayı ganimet biliyorlardı. Sohbetine bir defa katılan, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes talebesi olmak can atıyordu. Her gün evi dolup dolup boşaldı, duasını almak için herkes birbiriyle yarıştı. Nihayet bazıları, durumu sultana şöyle anlattılar:
“Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun bir dediği iki edilmiyor. Her arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz.”
Sultan, da onun şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelenlere, “Bizim, şehirde yerleşeceğimize dair imzalı ve mühürlü bir fermanımız var. Sultan, eğer kendi imzasını, mührünü ve iznini inkâr ediyorsa, biz de çıkıp gitmeye razıyız” cevabını verdi. Bu cevabı sultana bildirdiler. Sultan, verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca gelip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti ve inceliği iyi anlayan sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.

13 – MUHAMMED BABA SEMMASİ(K.S.)
Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara’ya bağlı Semmas köyünde doğdu.
Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi’yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.
Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.
Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur” buyurdu.
Bir gün yine oradan geçiyordu. “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik” buyurup, talebelerine de; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır” buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.
Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
“Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!”
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir” buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”
Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.
Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; “Al, bunu sakla, belki lazım olur” buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, “Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum” dedi. Hocam bana dönüp; “Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver” buyurdu.

14 – Seyyid Emir Gilâl hazretleri, (K.S.)
Seyyid Emir Gilâl hazretleri,
Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiye-i aliyye’nin on dördüncüsüdür.
Hâce Bâbâ Semâsî Hazretlerinin halifelerinin en üstünü idiler. Zamanında bulunan ulemâ ve evliyâ arasında şerîat, tarîkat ve marifet hususunda en fazla ilme sahip idi. Hazreti Hüseyin Efendimizinin so-yundan olup, seyyid idi. Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin (k.s.) talebesi ve Muhammed Bahaüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için Kilal (bazı kaynaklarda Külal) ismiyle meşhur olmuştur.
Salih bir zat olan babası Seyyid Hamza, Medine’den gelip Buhâra’nın Efşene köyüne, sonra da Sühari’ye yerleşmiştir.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Buhâra’nın Sühari kasabasında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. M.1370 (H.772) senesinde Sühari’de vefat etti. Kabri de oradadır. Büyük bir âlim ve mürşid’i kamil olup, her ânını sünnete uygun olarak geçirdi. Pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale erdi. Üstün hallerini gösteren çok menkıbesi vardır.
Annesi anlatmıştır:
“Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hal başımdan üç defa geçti. Çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helalden olmasına daha çok dikkat edip, ihtiyatlı dav-randım.”
Bir defasında, o devrin en meşhur velisi Seyyid Ata beraberinde za-manın maruf zatlarıyla, büyük bir cemaat halinde, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin babası Seyyid Hamza’nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Ata’nın her ne zaman oraya yolu düşse evvela Seyyid Hamza’nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne uğramış ve seyyid Hamza’nın yanına gelmişti. Bu gelişinde Seyyid Ata ona bir müjde verip;
—”Ey Kardeşim! Allahü Teâlâ sana şanı pek yüce olacak bir evlat verecek. Cihan, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuk doğduğu zaman, ismini Emir Kilal koy!” dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza’nın bir oğlu oldu. Seyyid Ata’nın işareti üzerine, ismini “Seyyid Emir Kilal ” koydu.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Yirmi sene Baba Semâsi Hazretlerinin sohbetlerine ve derslerine devam etti. Her hafta pazartesi ve perşembe günleri, Sühârî’den 30 km kadar uzakta bulunan ve hocasının ikamet ettiği Semas’a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemale ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin vefatından sonra, onun yerine geçip, irşad vazifesi yaptı. İnsanların İslam ahlakı ile ahlaklanmasını, kalbin ve ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.
DİŞİ YERİNE TAKTI
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, hocası Muhammed Baba Semâsî’nin yanında, Semâs’ta bulunduğu sırada orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemaat arasında anlaşmazlık çıkmış iş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hakime müracaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Baba Semâsî’ye dınışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin huzuruna gidip, durumu arzettiler.
—”Kırılan dişi verin.” buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında ta-lebe olan Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri’e kırık dişi uzatıp;
—”Evladım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin.” buyurdu.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, evliyanın ruhaniyetini vesile kılıp, Allâhü Teâlâya dua ederek, kırık dişi yerine koydu. O anda, duası be-reketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hale geldi. Dişi kırılan kimse, bu hadise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikayet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler.
KÂBEYİ GÖRÜYORDU
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir gün sohbet ederken, kendisini bir hal kapladı. Bu sırada hac yapanların hallerini, nerede ve ne yapmakta olduklarını gördüğünü söyleyerek,anlatmaya başladı. Meclisinde bulunanlardan biri:
—” Kabe’yi nasıl görüp de anlatıyor? Kabe buraya çok uzakdır.” Diye düşündü. Biraz sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, böyle düşünen kimsenin yanına yaklaşıp, elinden tuttu ve;”Gözlerini yum, başını kaldır, bak ne göreceksin.” buyurdu. O da söylediği gibi yaptı. Birden gözüne Kâbe ve tavaf edenler göründü. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini de tavaf edenler arasında gördü. Bunun üzerine adam hayretler içinde kalıp, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri’nin ayaklarına kapandı, yanlış düşüncelerden dolayı af diledi. Bundan sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—”Ey cahil kişi, bir kimse kendisinde bir şey olmazsa, başkasında da yok zanneder. Gönül aynası açılmadıkça da hiç bir şeyi göremez, idrak edemez.” dedi. O kimse tövbe edip, salih ve makbul kimselerden oldu.
ALLAHTAN KORKAN
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir defasında talebeleriyle birlikte evliyanın meşhurlarından Hayrun Ata’nın kabrini ziyarete gitmek için yola çıkmıştı. Yolun bir kısmını yürümüşlerdi ki, yolun ilersinden bir gayretli arslan ortaya çıkıp yolda durdu. Arslanı gören talebeler endişelenip, huzursuz olmaya başladılar. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri hiç al-dırmadı. Arslanın yanına yaklaşınca, yelesinden tutarak yoldan çıkardı ve kenara bıraktı; talebeler geçtiler. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine, aslan başını yere koyarak, saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Sonra oradan uzaklaştılar. Bu hali gören talebeleri;
—”Efendim bu nasıl bir iştir” diye sual ettiler. Bunun üzerine buyurdu ki:
—”Ey dostlarım, şunu biliniz ve dikkat ediniz ki, her kim gerçekten Allâhü Teâlâdan korkarsa, her şey ondan korkar, zarar vermez. Allah’tan korkmayan kimse, her şeyden korkar. Bir kimse, dâimâ Allâhü Teâlâdan korkar bir hâlde olursa, Allâhü Teâlâ ona korkutucu bir şeyi, musallat etmez. Hattâ o kul, Allah’tan korktuğu için her şey ondan korkup, çekinir.”
CENAZE NAMAZI
Nakledilir ki, bir köyde sâlih zatlardan biri vefât edeceği sırada, cenâze namazını Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, uzak bir yerde bu-lunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velîleri toplandı. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim, dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfi ;
- ” Haberci göndermenize lüzum yok. Bu durum ona Allâhü Teâlâ’nın izni ile malum olur. Ve buraya gelir” dedi. Bu arada iki kişi gidip haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce karşılamaya koştular. Ve bu kerameti karşısında onu daha çok sevip bağlandılar. Sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vefat eden zatın cenaze namazını kıldırdı. Ve toplananlarla birlikte kabre götürüp defnettiler. Cenaze defnedildikten sonra kalabalık bir cemaat camide toplandı. Oradaki alimler bu iş için kendisine bir işaret ulaşıp ulaşmadığını ve nasıl malum olduğunu sordular. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurduki:
—”Ey kardeşlerim! Resülüllah Efendimiz buyurduki; “Kalb kalbe kar-şıdır.” Yine Resûlüllah Efendimiz buyurduki; “Mümin müminin aynasıdır” “Her kaptan içindeki sızar.”
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bunları söyledikten sonra halk onun marifet sahibi büyük bir veli olduğunu anlayıp kendi kendilerine
—”Biz bu zatın büyüklüğünü bilmiyormuşuz.” dediler. Bu sırada ce-maat içinde bulunan âlimlerden Mevlana Tâceddin, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine, kendisini talebeliğe ve hizmetkarlığa kabul etmesini söyledi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—”O bizim vazifemiz değildir.” buyurarak; “Bari seni mânevî evlat-lığa kabul edeyim. ” deyip onu mânevî evlatlığa kabul etti. Öyle bir te-veccühde bulundu ki, Mevlâna Taceddin, o anda marifet ilmine kavuşup, maksadına ulaştı.
GERÇEK KERÂMET EHLİ
Nakledilir ki, Kebş şehrinde Seyyid Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden birinin de bulunduğu bir micliste Kerametten söz açılmış ve Mevlana Celâleddîn Kebşî;
—” Şimdi böyle gerçek keramet ehli nerede bulunur. Göz açıp ka-payacak kadar kısa bir zaman içinde, doğudan batıya dünyâyı dolaşsın.” deyince, o talabe ;
—” Evet şimdi böyle bir zât vardır. O benim hocam Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri’dir.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
—”Bizi sohbetine kavuştur da, onun ayaklarının tozunu gözlerimize sürme yapalım.”dedi. Talebe;
—”Sizin oraya kadar gitmenize lüzum yok, eğer buraya teşrif etmesi için tam bir teveccüh yaparsanız, bir anda burada olur.”dedi. Bu söz üzerine, Mevlânâ Celâleddîn Kebşî teveccüh edip, Allâhü Teâlâ’ya hâlis kalble duâ etti. Sonra içeride bulunan cemâat birdenbire ayağa kalktı. Çünkü Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri çok uzakta olmasına rağmen, içeri giriverdi. Bu hâle çok şaşırdılar. Sonra da oturup sohbete başladılar. Mevlânâ Celâleddîn, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine;
—”Efendim, sizi bu hâle kavuşturan şey nedir? Burayı bir ânda teşri-finiz nasıl oldu?” diye sordu. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, sohbete başlayıp buyurdu ki:
—”Bizi, sizin samîmî arzunuz bu diyâra getirdi. Bir kimse Allâhü Teâlâ’ya ihlâs ile yalvarır, tam samîmiyetle bir şey ister ve duâ ederse, Allâhü Teâlâ onu maksadına kavuşturur.
Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
—” Efendim, talebeniz ve hizmetçiniz olmakla şereflenmek istiyo-rum.” dedi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ona;
—”Biz seni evlâtlığa kabûl ettik.” buyurdu. Sonra ona teveccüh na-zarlarıyla bakıp, bir anda yüksek derecelere kavuştu. Orada bulunanlar bu hâli görüp;
—”Ey Mevlânâ Celâleddîn, uzun zamandan beri uğraşıp ömür tü-kettin, fakat şimdi maksadına kavuştun.” dediler. Onların böyle söyleme-leri üzerine, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—”Siz kendi işinizi onun işiyle bir mi tutuyorsunuz? O, işini tamam-lamış, yolları katetmiş ve vakti gelmiş. Sâdece bizim bir işâretimize, te-veccühümüze ihtiyâcı kalmıştı.” buyurdu.
SEVDİĞİ KULLARI…
Türkistan’ dan Buhârâ’ya bir grup insan, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini ziyârete geldi. Buhâra’dakiler, gelenlere;
—”Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri sizin diyârınıza gitmemiştir, siz onu nereden tanıyorsunuz?” dediler. Gelenler;
—”Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bizim memleketimizde o kadar tanınmış ve sevilmiş ki, anlatmakla bitmez. Biz, onun talebeleriyiz. O çok defâ bir anda bizim memleketi teşrif eder, biz de sohbetinde bulunurduk. Bu hadise çok vukû buldu. Biz böyle aniden teşrif edip, bizimle sohbet eden zata kim olduğunu sorduğumuz zaman, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri olduğunu söylerdi. İşte biz de, böylece onun talebelerinden olduk. Buhârâ’dakiler, anlatılan bu hâdiseye hayret edip, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini daha çok sevdiler. Bağlılıkları kat kat arttı.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—”Allâhü Teâlâ, sevdiği kullarına öyle ihsânda bulunmuştur ki, bir ânda doğudan batıya gidip gelirler. Başkalarının bundan haberi olmaz.”
TİMUR HANLA MÜNASEBETİ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Buhârâ’da Cumâ namazını kılıp, ta-lebeleri ile birlikte ikâmet ettiği yere dönüyordu. Yolculukları sırasında, Gülâbâd ile Fetihâbât arasında, yeşillik bir yerde oturan bir cemâate rasladılar. Sohbet ediyorlar ve sohbetlerinde; evliyalıktan, kerâmetten bahsediyorlardı. Bu cemâat arasında, Timur Han da bulunuyordu . Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri talebeleriyle birlikte oradan geçerken, Timur Han onları görüp ;
—”Bunlar kimdir? diye sordu.
—”Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ve talebeleridir.”dediler. Timur Han bu sözü duyar duymaz kalkıp süratle yanlarına geldi. Huzuruna varıp, Fevkalade bir edeple önünde durdu. Sonra şöyle dedi:
—”Ey, dinin büyük alimi! Ey doğru ve yakın yolun kılavuzu ! Burada biraz durup sohbet ediniz ve bize nasihatta bulununuz da , dervişler is-tifade edip, bereketlensinler.” dedi. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—”Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazifemiz değildir. Büyüklerin rûhâniyetinden bir işâret olmadıkça, bir şey söylemeyiz. Hiç bir zaman kendinden bir söz söyleme ve gafil olma. Görüyorum ki, senin başına büyük bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın.” buyurdu. Sonra yola devâm ettiler. Evine varınca, zâviyesinde bir müddet durup, yatsı namazı vaktinde dışarı çıktı. Cemâatle birlikte yatsı namazı kıldı. Namazdan sonra bir müddet oturup, büyüklerin rûhâniyetine teveccüh etti. Sonra hemen, Şeyh Mansûr adında bir talebesini yanına çağırdı. Talebe huzuruna gelince, ona;
—”Hiç durma süratle Emîr Timura git ; derhâl Harezm tarafına ha-rekete geçmesini söyle. Eğer oturuyorsa, hemen kalksın, ayakta ise ha-rekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velîlerin rûhâniyetleri, onun ve oğ-lunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezmi alınca Semerkand’a hareket etsin.
Haberi götüren Şeyh Mansur, süratle Timur Hânın bulunduğu yere gitti. Timur Hânı ayakta bekler bir halde buldu. Haberi aynen iletti. Tîmur Hân bu haberi alır almaz, hemen ordusunu harekete geçirdi. O harekete geçip gideceği yolun yarısına vardığı anda Tîmur Hân’ın düşmanları çadırına hücüm ettiler. Tîmur Hân ise Harezm’e yürüyüp orayı aldı. Sonra Semerkand’a yürüdü, orayı da fethetti. Böylece her gün yeni bir zafere ulaşıp hep muzaffer oldu ve işleri daima iyi gitti.
HELAL ET
Bir gün Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bir talebesiyle evine git-mişti. Evine gittiği talebesi ise, ava gittiğinden evde yoktu. Bu sebeple evine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin teşrif ettiğini haber vermek üzere, bir haberci gönderildi. Hiç bir av bulamamıştı. Hemen eve dönmek üzere hareket etti. Bir av bulamadığı için üzülmüştü. Dönerken, karşısına iki kuş çıktı. Kuşlara atıp, vurdu ve yanına alıp sevinerek evine döndü. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin teşrifine çok sevinip, avladığı iki kuşu pişirip ikram etti. Kuşlar pişirilip konduğu sırada, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri talebesine;
—”Eğer bu iki kuş da karşına çıkıp avlamasaydın, hiç av getiremez-din, o zaman ne yapardın?” deyip talebelerine şöyle buyurdu; :
—”Ey dostlarım, şunu biliniz ve rahat olunuz ki, bizim maksadımız, Allâhü Teâlâ’nın rızâsını kazanmaktır. Allâhü Teâlâ sizi, hem dünyada, hem de ahirette utandırmaz, mahrum bırakmaz. İnşallah fadl ve keremine kavuşturur.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bir gün Şeyh ibrâhim adında bir zâtın bulunduğu Kıraman denilen yere gitmişti. Şeyh ibrahim Kıramanî’ye;
—”Bize helal et bul. “dedi. Şeyh ibrahim;
—”Bu iş oldukça zor, helal et az bulunur ” dedi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ona; Sen silahını al, ava çık. Kuşları kendine çağır, gel-diklerinde bir kaç tane avla.” dedi. Bunun üzerine Şeyh İbrahim, silâhını alıp ava çıktı. Kuşları çağırdı, yanına pek çok toplandı. Bir kaç kuş avlayıp, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri’ne götürdü. Bu hâdiseden sonra, Şeyh İbrahim şöyle demiştir:
—”Her ne zaman ava çıkıp kuşları çağırsam, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin bereketiyle yanıma toplanırlar, ben de avlardım “
KUŞ YERE DÜŞTÜ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, Kermine şehrine gitmişti. Bu şehirde bulunduğu sırada, bir grup kimse ile sohbet ediyordu. Sohbette bulunanlardan her biri, kendi hocasından ve hocasının üstünlüklerinden bahsediyordu. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri’nin talebesi de söze karışıp, benim hocam, hepinizin hocasından üstündür. Çünkü o, hem seyyid hem mürşid-i kâmildir dedi. Bu sırada, orada toplanıp konuşmakta olanların üzerinden bir kuş sürüsü geçiyordu. Bâzıları Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebesine dediler ki:
—”Eğer dediğin gibi hocan büyük bir velî ise, haydi duâ et de, onun hürmetine şu kuşlardan biri önümüze düşsün!”
Onların bu isteği üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin Talebesi Alahü Teâlaya dua edip hocasının hürmetine bu işin gerçek-leşmesini istedi. O talebe dua eder etmez kuşlardan biri cemaatin üzerine düşüverdi. Orada bulunanlar hayretten şaşıp Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin büyük bir veli olduğunu anladılar.
TAKVA ve ADALETTEN AYRILMASIN
Timûr Hân Semerkand’ın yanına yaklaşarak yerleşince, Buhâra’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine haber gönderip,
—”Bizim Buhârâ’ya gelmemize musaade eder mi? Şâyet izin veril-mezse, kendilerinin Semerkandı teşrif etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım. “dedi. Timur Han’ın bu arzusu üzerine, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri gelmesini ve gitmeği kabûl edeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timur Hanla görüşmek üzere , oğlu Emir Ömer’i vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi :
—”Oğlum! Emir Timûr’a söyle! Eğer Allâhü Teâlânın razı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adaletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyamet günü kurtulabilsin! Yine talebelerimizle her zaman ona dua ettiğimizi söyle. Eğer dünyaya meylederse, bu durumların faydasına kavuşamaz.
—”Emir Kilâl Hazretlerinin oğlu Emir Ömer, Semerkand’a gidip, Timûr Han ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhâra’ya dönmek üzere Timur Han’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timur Han ona;
—” Buhâra ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabul edin.” dedi. Emir Ömer;
—”Buna izin yok.” dedi. Bunun üzerine Timur Han;
—”Öyle ise Buhâra şehrini Emir Kilâl Hazretlerine bağışlayayım.” deyince, Emir Ömer yine;
—”Buna izin yok.” dedi. Timur Han;
—”Hiç olmazsa, Buhâra yakınında ikame etmekte olduğunuz köyü size bağışlayayım.” diyerek, çok temennide bulundu. Emir Ömer şöyle dedi:
—”Babamdan sizin için, şu sözleri işittim: “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvadan ve adaletten ayrılmasın. Kıyamet günü Allâhü Teâlâ’nın rahmetine kavuşmak bununla olur.” buyurdu.
SICAK EKMEK
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir ev yaptırmakta idi. Bu binanın inşası için pekçok kimse toplanmış çalışıyordu. Bir gün Emir Kilâl, aniden evine gitti. O gidince, orada çalışanlar dediler ki:
—”Emir Kilâl gerçekten veli ise, bizim her birimize birer sıcak ekmek verir. “
Bir müddet sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri geldi. Yanında hiçbir şey yoktu. Yerine oturunca, binanın inşasında çalışanlardan bazıları birbirine;
—”Eğer veli olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi.” diyerek, aralarında konuşmaya başladılar. Daha sonra onlar böyle konuşurlarken, Emir Kilâl hemen ayağa kalkıp;
— “Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz!” diyerek, elini koltuğunun al-tına sokup, her birine sıcak bir ekmek çıkarıp verdi. Onlar da söyledikleri sözlerden dolayı pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri onlara buyurdu ki:
—”Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden ahireti, ahirette kur-tulmayı taleb edesiniz. Nefsinizin isteklerini terkediniz ki, ahirette utanıp, mahcub olmayınız. Eğer şükrederseniz, Allahü Teâlã size her istediğinizi ihsan eder. Bu dünyada ne yaparsak ahirette onun karşılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse heva ve hevesinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allâhü Teâlâ’yı unutur, gaflete dalarsa, belaya ve musibete düşer. Ne yazık ki, ömür bitmek üzere olduğu halde, insan dünyalıklara dalmış, nefsinin esiri olmuş ve ahiret yolculuğunu unutmuş, ihmal etmiştir. Şiir:
“Ey ömrünü cahillerle rüzgara veren!
Sen ömrünün kıymetini nasıl bilirsin?
Yarın toprak altında yalnız kalınca,
Tövbe edeyim dersin, ama yapamazsın!”
ŞEYH BAZERGAN ÖLDÜ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir defasında, Buhârâ’da Cuma namazı kılmak için talebeleriyle Buhâra’ya gidiyordu. Buhâra’ya var-dıklarında, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri dedi ki:
—”Ey dostlarım, Şeyh Muhammed Agâî Bâzergân, şu anda Belh şehrinde vefat etti.” Bu söze şaşıranlar oldu. Çünkü kendisi Buhâra şehrinde olduğu halde, Belh şehrindeki bir hadiseyi haber veriyordu. Bu söze hayret edenlere buyurdu ki:
—”Biliniz ki Allâhü Teâlâ, resulü Muhammed aleyhisselama tam tabi olan kullarına öyle dereceler ihsan eder ki, her zaman doğuda ve batıda ne vuku bulursa, gözlerinin önünde görüp dinlerler. Belh şehrinin uzaklığı nedir ki!” Bunun üzerine talebeleri, o günün tarihini yazdılar. Daha sonra gördüler ki, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin işaret ettiği gün, o zât vefat etmişti.
GÖZLERİ GÖRMEZ OLDU
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin yaşadığı diyarda bulunan Kermine şehrinden bir adam ava çıkmıştı. Bu, Emir Kilal’i tanıyıp çok severdi. Ava çıkarken; “Eğer avlamak istediğim kazlardan avlayabilirsem, ikisini Emir Kilâl’e götürüp hediye edeceğim.” diye niyet etti. Nihayet bir mikdar kaz avladı. İki tanesini Emir Kilâl’e vermek için ayırdı. Evine, şeh-rin ileri gelenlerinden biri geldi. O iki kazı görüp, gözü onlarda kaldı. Kazlar, kuzu gibi iri ve semiz idi. Gelen kimse, ev sahibine; “Bu kazları pişir de yiyelim.” dedi. Ev sahibi; “Onları, Emir Kilâl hazretlerine vermek için ayırdım. Onları yememiz uygun olmaz, ben buna cesaret edemem.” dedi. Gelen adam ısrar edip;
—”Ne olursa olsun bunları yiyelim, ben oğlu vasıtasıyla ondan özür dilerim.” diyerek, ev sahibini ikna etti. Ev sahibi kazları pişirtip, o şehrin meşhurlarından olan o kimsenin önüne koydu. Tam yiyeceği sırada, yüzüne kazlardan öyle bir buhar ve sıcaklık yükseldi ki, gözlerine tesir edip, gözleri görmez oldu. Kazları yiyemedi ve yaptığı işe pişman oldu, tövbe etti. Hemen Emir Kilâl Hazretlerine bir at hediye etti. Birkaç gün sonra gözleri iyileşip eski haline döndü.
RİCALÜL GAYB VELİLER
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, bir gece kendinde bambaşka bir hal hissedip;
—”Hocamın yanına gideyim, bakalım benim hakkımda ne emreder ve ne buyurur?” diye düşündü. Sonra, Emir Kilal’in yanına gitti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—”Gece vakti, varıp hocamın odasına girdiğimde, kalabalık bir ce-maat vardı. Hayret ettim. Bunlar, hiç görmediğim ve tanımadığım kimse-lerdi. Kalabalıktan oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını eğmiş, sessizce oturuyordu. Ben de başka bir yere oturarak başımı yere eğip beklemeye başladım. Bir müddet böyle durdum. Sonra başımı kaldırıp baktım ki, odada hocam Emir Kilâl’den başka hiç kimse görünmüyordu. Hocam bana bakıp;
—”Sana müjdeler olsun, şimdi sen artık maksada kavuştun, ama bunu gizli tut.” buyurdu. Bundan sonra hocama;
—”Burada gördüğüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimlerdi?” diye sordum. Buyurdu ki:
—”Bunlar ricâl-ül-gayb denilen velilerdi. Aralarında HÂCE Gülan ve Abdülhalik Gucdüvani de vardı. Bunlar öyle zatlardır ki, vefatlarından önce ve sonra, Allâhü Teâlâ’nın dinine hizmet ederler. Bugün sen de onların sohbetinden (feyzinden) pay aldın.”
NASİHATLERİ
—”Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen câizdir. Bu hususta ev-liyadan çok nakiller vardır. Malum ve meşhur olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi iman nuruyla aydınlanmış olan herkes, evliyanın kerametine inanır ve bu hususta hiç şüphe etmez. Buna misal çoktur. Süleyman aley-hisselamın veziri Asaf’ın Saba melikesi Belkıs’ın tahtını bir anda Sana’dan Kudüs’e getirmesi gibi.
Bir başka Misal: Hazret-i Ömer, Bir defasında Medine-i müneverede mescidde, Peygamber Efendimizin mimberi üzerinde hutbe okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihad eden ordu kumandanına;
—”Ya sariye, dağa dağa!” buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücû-mundan korundu. Bu, apaçık bir keramettir. Eğer bir kimse, bu keramet, mucizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir veli Peygamber derecesinde olamaz. Evliya-i kiram buyurmuşlardır ki:
—”Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber Efendimizin mu-cizesinden dolayıdır ve peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tabi olmayı gösterir. Eğer peygamberler doğru sözlü olmasıydı, evliyanın kerameti de hasıl olmazdı. Çünkü evliya, Nebî’ye tabi olmuştur.”
NASİHATLERİNDEN…
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri kendine ait bir yerde dergah inşa ettiriyordu. Çalışanlardan biri, kendi kendisine;
—”Hiç kimse bir şey getirmiyor.” dedi. Aradan az bir zaman geçmişti ki, bir adam geldi. Çok miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin huzuruna varıp, gece gündüz diş ağrısı çekmekteyim. Sizin duanızı almak için geldim, bana yardımcı olunuz, tâkatım kalmadı dedi. Emir Kilâl, gelen adama;
—”Yanıma yaklaş bakayım, hangi dişin ağrıyor?” dedi. Adam yak-laştı. Emir Kilal parmağını ağzına sokup, ağrıyan dişinin üzerine koydu. Sonra İhlas suresini okudu. Gelen kişinin diş ağrısı kesilip, hiç hastalan-mamış gibi oldu. Bundan sonra Emir Kilâl hazretleri buyurdu ki:
—”Ey dostlar! ihlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulun-mayan para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allâhü Teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allâhü Teâlâya yakın ve rızasını kazananlardan olunuz. Ey dostlarım! İhlas ile amel yaparsanız korkmayınız, bu size ahirette itibar ve şereftir. Eğer tama sahibi olup dünyaya düşkün değilsen, sonunda va-racağın yeri düşün. Merd o kimsedir ki, önce iyice düşünür, sonra amel etmeye başlar. Böylece, sonunda yaptığı işten utananlardan olmaz.”
NASİHATLERİNDEN…
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri maraz-ı mevtinde (ölüm hastalı-ğında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti:
—”Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhis-selamın yoluna tabi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin ve nimetlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
—”İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır.” Yani her müslüman erkek ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir:
1- İman ve itikad bilgileri.
2- Namazla ilgili bilgiler.
3- Oruçla ilgili bilgiler.
5- Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler.
6- Ana-baba hakkını öğrenmek. Allâhü Teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızasını kazanır. Resûlullah Efendimiz; “Allâhü Teâlânın rızası, ana-babanın rızasını kazanmakla elde edilir” buyurdu. Bu bakımdan, ana-babanın hakkını gözetmek mühimdir.
7- Sıla-i rahim, (Akrabayı ziyaret).
8- Komşu hakkını gözetmek.
9- Lazım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek.
10- Helali ve haramları öğrenmek lazımdır. Çünkü insanların çoğu, bil-mediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur.
Şiir:
“Dünya talibleri, hep hırs ile mest oldular,
Para için, daim kendilerini bozdular.
Hüdaya yaptıkları ahidleri bozdular,
Hepsi Mûsa’ya düşman, Fir’avn’a dost oldular.”
NASİHATLERİNDEN……
—İyi biliniz ki, dünyayı ve dünyaya düşkün olanları sevmek, sizin, Allâhü Teâlânın razı olduğu yolda yürümenize mani olan büyük bir en-geldir. Daima Allâhü Teâlâyı hatırlayıp, O’nu zikrediniz. Böylece dininizi dünyaya değişmemiş olursunuz. Daima Allâhü Teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibadet, Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allâhü Teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allâhü Teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.
Ey dostlarım, daima Allâhü Teâlâyı zikrediniz. Allâhü Teâlâdan başka herşeyi bırakınız. “La ilahe illallah” Kelime-i tevhîdini söylerken “Lâ” derken nefyediniz, Allâhü Teâlânın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allâhü Teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekat vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut ve memnun olması temizler. İhlas sahibi oluncaya kadar ihlas, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.
— Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helal lokma yemeye bağlı-dır. Bunu, iyi biliniz. Helal lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifade edilir. Resulullah sal-lallahü aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte buyurdu ki: “Bir kimse, hiç ha-ram karıştırmadan kırk gün helal yerse, Allâhü Teâlâ onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini kal-binden giderir.”
—Tövbe ediniz. Tövbekar ve edebli olmak lazımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün taatların başıdır. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, işlenen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha günahı işlememektir. Allâhü Teâlâdan daima korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe ediniz, başkaları sizden hoşnud olsun günahlarınıza pişman olup, o kadar ağlayıp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekar densin. Dünyada iken günahlara pişman olup, kulluk vazifesini yaparak ahireti kazanmak lazımdır. İşte bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allâhü Teâlânın rızasını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefa göstermek, emanete ihanet etmemek, kendi kusurlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, daima Allâhü Teâlâyı zikretmekle meşgul olmaktır. Hiçbir işe, Allâhü Teâlânın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, ahirette yaptığınız bu işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.
—Allâhü Teâlânın emirlerine itaat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terketmeyiniz.
—Emr-i maruf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sa-kındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dinin yasak ettiği şeylerden, dine uygun olmayan işlerden ve bid’atlerden sakınınız. Ayet-i kerimede mealen buyruldu ki:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehennem’den) koruyunuz ki, onun yakacağı insanlar ve taş-lardır…” (Tahrim suresi:6) Ahirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız!
Rivayet edilir ki, Fudayl bin iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm’ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlı-yordu. Bunun üzerine;
—”Bu soğukta böyle terlemenin sebebi nedir?” dedim. Cevabında;
—”Bir gün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mani olmak iste-dim. Fakat mani olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyamet günü bunun günahından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum.” dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i marufu kaçırıyorsunuz, halinize bir bakınız!
—İşlerinizi, dinimizin emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dinin emirlerine uygun ise, onu kabul edip yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dinin emirlerine yapışmaktır ve Allâhü Teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi halini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hududa, hakka riayet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezayı bildiren nice ayet-i kerimeler nazil olmuştur.
— Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelir-ken, yerken ve içerken, Allâhü Teâlâya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganimet biliniz, yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesile olacak şekilde yapınız. Helal rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktarda kazanıp, israf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dinimizin emrine uygun olarak davranınız. Resulullah Efendimiz; “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır.” buyurdu. Helalinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibadet ve taat yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allâhü Teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resulullah Efendimiz; “Alimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır.” buyurdu.
CAMİ İNŞAATI
Bir gün Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, talebeleri ile oturmuş soh-bet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Orada bulunanlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emir Kilâl Hazretleri ona bakıp;
—”Tamam oldu mu?” dedi. Gelen genç de;
—”Bir açıklık kalmıştı, o da tamamlandı.” dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söylemeden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunanlardan bir kısmı, gencin yanına koşup, yakalayıp konuşmak istediler.
—”Sen kimsin? Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsaade is-temedin. Emir külal’e; “Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı.” dedin. Bu halin ne ve bu sözün manası nedir? Bunları bize açıkla ve kendini tanıt.” dediler. Bunun üzerine genç,
—”Ben, Rum vilayetindenim ve Emir Kilal’in talebelerindenim. Bizim memleketimizde bir cami yapılıyordu ve bu cami inşası ile Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Cami tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim.” dedi. Bunları dinleyenler, çok şaşırıp;
—”Nasıl olur? Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyarına git-medi.” dediler. Gelen genç; “Ben de onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kılardım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır.” dedi.
—”Peki girince neden selam vermedin ve giderken neden izin iste-medin?” dediklerinde;
—”Bunları kalben söyledim.” dedi. Ayrılırken de;
—”Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhur ve daha çok tanınıp sevilmiştir.” dedi. Bunları dinleyen ta-lebeleri, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.
NASİHATLERİNDEN….
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—Ey talebelerim! insanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; ahiret yolunu bırakıp, yalancı dünyaya sarılmalarıdır. Ahiret saadetini isteyen kimse, doğru itikada sahip olup, bid’at ve dalalet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hal, gaflet içinde olmanın delilidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allâhü Teâlânın rızasını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allâhü Teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zat yaratır. Böylece herkesi belalardan, felaketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zata talebe olunuz. Böylece dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammedin aydınlatıcıları olan alimlere yakın olunuz. Resulullah Efendimiz;
—”Alimler, Peygamberlerin varisleridir.” buyurdu. Sakın, ilmi ve alimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesilesidir. Resulullah Efendimiz;
—”Kim alimi ve ilmi severse, hata işlemez.” buyurdu.
Cahiller ile görüşmek, insanı Allâhü Teâlâ’dan uzaklaştırır. Sema’ yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sema’ halinde olan kimsenin hali öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sema’ halinde olduğunu gösterir.
—Ruhsatlardan uzak durup, azimet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselerin işidir. Eğer bundan daha çok nasihat isterseniz, Abdülhalık Gucdüvani hazretlerinin nasihat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifayet eder. Akıllı olana bir işaret yeter.”
VASİYETİ, VEFATI
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vasiyetini yaptığı sırada, oğulları; Emir Burhan, Emir Şah, Emir Hamza, Emir Ömer ve talebelerinin çoğu huzurunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emir Burhan’ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halifesi Bahaüddin-i Buhari’ye havale etti. Diğer oğlu Emir Şah’ı, Şeyh Yadigar’a, Emir Hamza’yı, Mevlana Arif Diggerânî’ye, Emir Ömer’i de, Mevlana Cemaleddin Dehkesani’ye yetiştirilmeleri için havale etmişti. Oğullarınadergahın hizmetleriyle alakalı olarak;
—”Hanginiz, Allâhü Teâlânın kullarına hizmet etmek için benim ve-kilim olur?” buyurdu. Oğulları;
—”Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabul ederse, biz onun hizmetine girelim.” dediler. Oğulları böyle deyince, Emir Kilâl Hazretleri başını eğip, murakabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı.
—”Büyüklerin ruhaniyeti, Emir Hamza’nın bu işi kabul etmesini işaret buyurdular.” dedi. Emir Hamza, kabullenemeyeceğini arzetti ise de;
—”Bunu kabul etmekten başka çare göremiyorum. Kabul edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun.” buyurdu.
Bundan sonra Emir Kilal, talebelerinden ayrılıp, hususî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki:
—”Üç geceden beri, benim ve talebelerimin hali nasıl olur? diye dü-şünüyordum. Gayb den kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: Ey Emir Kilal! Kıyamet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim.” Allâhü Teâlâ, fadlından ve kereminden ihsan etti” dedi. Bunları söylediği Perşembe günü sabaha doğru vefat etti.
VEFATINDAN SONRA
Nakledilir ki, bir defasında Mekke-i mükerremeden ve Medine-i mü-nevvereden tasavvuf ehli kimseler, bir cemaat halinde Buhâra’ya geldiler. Buhâra’da Sûhârî köyüne gitmek istediklerini söyleyerek, bu köyü sordular. Bunun üzerine kendilerine; “Siz nereden geliyorsunuz ve bu köyü niçin soruyorsunuz?” dediler. Onlar da Mekke ve Medine’den gel-diklerini, Suhari köyünü sormalarından maksadlarının, orada ikamet etmekte olan Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmek ve onunla görüşmek olduğunu söylediler. Buhâra’da görüştükleri kimseler onlara; “Malesef, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vefat etti.” dediler. Gelenler; “Madem mübarek yüzünü görmek nasib olmadı, bari oğullarıyla görüşelim.” Dediler. Bu maksadla Sûhârî köyüne gittiler. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin oğulları, onlarla görüşüp sohbet ettiler. Onlara;
—”Babamız Mekke ve Medine’ye hiç gitmemişti. Siz onu nereden tanıyorsunuz?” dediler. Gelenler;
—”Biz de buralara hiç gelmedik. Fakat biz Emir Kilâl hazretlerini Kâbe’de gördük. İki üç seneden beri hac mevsiminde bizimle beraber Kâbe’yi tavaf ederdi. Mekke ve Medine’de pekçok kimse ona biat edip talebe olmuştu. Fakat bu sene Kâbe’ye gelmedi. Merak edip, ona olan muhabbetimiz ve hasretimiz sebebiyle görmeye gelmiştik, fakat nasib olmadı.” dediler. Böylece, Emir Kilâl hazretlerinin, kerâmetle, her sene hac mevsiminde, bulunduğu beldenin halkı farkına varmadan Kâbe’ye gittiği anlaşıldı. Gelen ziyaretçiler, daha sonra Emir Kilâl hazretlerinin kabrini ziyaret edip, dua ettiler. Sonra da oğullarından müsâade alarak Sûhârî köyünden ayrıldılar.
EMANETİN TESLİMİ
Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, Şâh Nakşibend Hazretlerinin terbiyesini, üstazlarının da emirleri ile daha çocukken üzerlerine aldılar. Mahmut İncir Fagnevî Hazretlerinden, Seyyid Emir kilâl Hazretlerine gelinceye kadar gizli ve açık zikir birleştirilmiş bulunuyordu. Şâh Nakşibend Hazretleri, Abdü’l-Hâlıkı Gucdüvânî hazretlerinin de ruhâniyetiyle terbiye olmaya başlayınca ve O’nun te’siriyle açık zikri tamamiyle terk edip gizli zikre bağlandılar. O kadar ki, Emir Kilâl Hazretlerinin meclisinde açık zikir başlayınca halkadan ayrılıp dışarı çıkmaya başladılar. Bu hal diğer müridlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Emir Kilâl Hazretleri ise şöyle buyurdular:
—”Siz oğlum Bahaüddin hakkında kötü bir zanna düşmüş ve O’nu kusurlu görmüş bulunuyorsunuz. Bu haliniz O’nu anlayamamaktan do-ğuyor. O’nun üzerinde Hazreti Allah’ın hususi bir nazarı vardır. Kulların hali de işte o nazara bağlıdır. Benim O’na nazarım ise kendi irademle değildir.” Daha sonra Şâh Nakşibend Hazretlerini çağırıp buyurdular:
—”Oğlum Bahâüddin! Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî’nin sana âit mübarek nefeslerini yerine getirdim. O beni nasıl terbiye ettiyse benim de seni öyle terbiye etmemi emir buyurmuşlardı. Ben de öyle ettim. Sonra da göğüslerini işaret ederek ilâve ettiler: “Sana memelerim kuruyuncaya kadar süt verdim. Artık senin ruhaniyet kuşun beşeriyet semalarını aştı. Mârifet kokusu burnuna hangi istikâmetten erişirse oraya yönel ve dilediğini iste.”
Emir Kilâl Hazretleri Ölüm döşeğinde yakınlarına, umumi manada, Hâce Bahâüddin Nakşibend’e bağlanmalarını vasiyet etti. Müridler itiraz eder gibi oldular:
—”O, açık zikirde size tâbi olmamıştır.
Emir kilâl Hazretleri de şöyle buyurdular:
—”O’nda gördüğünüz her iş Allah’ın hükmüyledir. Kendi iradesinin o işte bir payı yoktur.”
Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri Hicrî 772 (M.1370) senesi irtihal buyurarak Sûhar isimli beldeye defnedilmiştir. (Kaddesallahü Sirrahül Azîz)

15 – MUHAMMED BAHAÜDDİN NAKŞİBEND (K.S.)
Babasının adı Muhammed, dedesinin adı Muhammed. Kendi adı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend El-Buhârî. Lakabı, Belâ Gerdan. (Bütün bela ve musibetleri kendi üzerine alıp müridanını her türlü sıkıntıdan koruyan manasına) Seyyid Emir Kilal Hazretlerinin talebesidir. Daha st makamlarda Üveysî olarak yetişmiştir ki Abdül-halik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin ruhaniyeti ile yetişmiştir. Buhâra’nın Kasr-ı Ârifân kasabasında dünyayı şereflendirdiler.
DOĞUMU
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, Muharrem ayında dünyaya geldi. Doğduğu yıl, hicretin 717. (M.1317.) yılı idi. Doğduğu yer ise ( Buhâra’ya bir fersah uzakta) Kasr-ı Ârifân kasabası idi.
Evliyaullah’ın en büyüklerinden ve Seyyid Emir Kilâl Hazretlerinin en büyük halîfelerinden olan Şâh Nakşibend, tarîkatın imâmı, hakîkatın pîri, şerîat ve ehl-i sünnetin önderidir. Daha çocukluğunda mübarek yüzünde velîlik eserleri açıkça görülmüştür.
“Ravzatü’l-İslâm” isimli eserin müellifi Şeyh Şerafeddin Muhammed Nakşibendî’nin rivayetine göre temiz ve şerefli nesebleri bir kaç vasıta ile İmam Câferü’s-Sâdık Hazretlerine dayanır. Şöyle ki; Hazret-i Muhammed Bahaüddin bin Seyyid Muhammed Buhârî bin Seyyid Celâl bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Abdullah bin Seyyid Zeynelâbidin bin Seyyid Kaasım bin Seyyid Şâban bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Mahmud bin Seyyid Bulhak bin Seyyid Taki bin İmam-ı Mûsa Kaazım bin İmam Câferü’s-Sâdık (Radıyallahü anhüm ecmaîn)
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretleri, Hazreti Şâh Nakşibend’in doğumundan önce Kasr-i Arifan’dan geçerken, tarîkatta imam olacak emsalsiz bir zatın zuhur edeceğini müridlerine müjdelemişler ve henüz üç günlük yeni doğmuş bir çocuk iken O’nu evlatlığa kabul edip, zâhiren ve bâtınen terbiye etmeleri için Seyyid Emir Kilâl Hazretlerine havale buyurmuşlar idi.
ŞEYHLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, tarikata zahirde, önceleri Muhammed Bâbâ Semâsî yolundan girdi; ondan sonra da, seyyid Emir Kilâl ile devam ettirdi. Ancak, esas irşadı, Hâce Abdülhalik Gucduvanî (k.s.) hazretlerinin ruhaniyeti ile (Üveysî) oldu..
İLK HALLERİ VE ÇALIŞMALARI
Hakîki manada hidayete erişini, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri şöyle anlatıyor:
— Heniz 18 yaşındaydım. Dedem beni Semâs’a yolladı ki, büyük Arif, Meşhur Mürşit Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî’ye hizmet edeyim diye.
Onun yanına vardığım zaman, henüz akşam olmamış, güneş bat-mamıştı. Onun bereketi ile içimde bir sükûnet, huşu, yakarış, Allâhü Teâlâ’ya bir dönüş buldum.
Bir seher vakti idi; kalktım, abdest aldım; Muhammed Bâbâ Semâsî’nin müridlerinin bulunduğu mescide gittim. İlk tekbiri aldım, na-maza başladım. Secdeye vardığım zaman Allâhü Teâlâ’ya çokça yalvarıp yakardım; sonunda dilime şöyle bir dua geldi:
— “Allahım, bela yükünü kaldırmak, sevgi mihnetini çekmek için bana güç ihsan eyle.”
Sonra sabah namazını Muhammed Bâbâ Semâsî ile kıldım. Namaz bittikten sonra bana döndü, keşif yolu ile içimden geçenleri, okuduğum duayı hatırlattı ve şöyle dedi:
— Oğlum, dualarında : “Allahım, bu zayıf kuluna rızâna muvafık ameller işlemeyi nasib eyle!.” diye dua etmen daha uygun olur. Çünkü Allâhü Teâlâ, kulunun bela içinde olmasından hoşnut değildir. Eğer sev-diği bir kula belayı (hikmeti icabı ) verirse, ona taşıma gücünü de verir ve o belâdaki hikmetini de ona anlatır. Bu sebeple, bir kulun belayı seçmesi doğru olmadığı gibi edebe de uygun değildir.
YÜKSEK HALLERİNDEN…
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hazret-i Şeyh Muhammed Baba Semâsî vefat ettikten sonra, de-dem beni alıp Semerkand’a götürdü. Onun âdeti idi: Her nerede hak ehli bir zat duysa, beni alıp onun yanına götürürdü; ondan bana duâ etmesini isterdi. Onların duâ bereketleri de bana gelirdi. Daha sonra da beni Buhâra’ya götürdü; beni orada evlendirdi. Esas kaldığım yer, Kasr-ı Ârifân idi. Allah’ın bana bir yardımı oldu ki; HÂCE-i Azizan’ın kavuğu bana geldi. O sıralarda hallerim iyi, ümitlerim kuvvetli idi. Seyyid Emir Kilâl’den sohbet nasibimi alıncaya kadar bu halim devam etti. Bir gün Seyyid Emir Kilâl, bana şöyle dedi:
— Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî bana şöyle dedi: “Bu oğlumun terbiyesinde gayreti elden bırakma. Bu oğlum Muhammed Bahaüddin’e dikkat et, ona şefkatli davran. Onun terbiyesinde kusur edersen, hakkımı sana helal etmem.” Ben de ona şöyle dedim: “Eğer bu vasiyeti yerine getirmezsem adam değilim.”
Seyyid Emir Kilal bu vaadini yerine getirdi.
ZAMANIN GELMEDİ Mİ
Muhammed Bahâüddin Şah Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hakîki manada uyanışım, dönüşüm şöyle olmuştu: Sessiz bir yerde bir arkadaşımla oturmuş, onunla konuşuyordum. Konuşmamı onun yüzüne baka baka yapıyordum. Tam bu sırada şöyle bir ses duydum:
— Senin, henüz bize tam dönme zamanın gelmedi mi?. Bu söz üze-rine büyük bir hale kapıldım. Hemen bulunduğum yerden koşarak çıktım; orada duracak halim kalmamıştı. Oraya yakın bir yerde su vardı; o suda boy abdesti aldım. Elbisemi de yıkadım. İki rekât namaz kıldım. Aradan nice seneler geçti; Onun gibi iki rekât namaz kılmak istedim; ama mümkün olmadı.
NASIL GİRMEK İSTERSİN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— İlk cezbeye kapıldığım zaman bana : “Bu yola nasıl girmek istiyor-sun?. ” dendi. Dedim ki:
— Her dediğimi, her istediğimi yapmak; her arzumun yerine gelmesi şartı ile girerim. Bana şöyle dendi:
— Olmadı, biz ne dersek onun yapılması gerekir. Dedim ki:
— Benim gücüm yetmez. Ancak benim dediğim olursa girerim; İstediğim olursa adımımı atarım. Aksi halde bu yola girmem.
Bu sual cevap iki kere tekrar edildi; ondan sonra beni bırakıp gittiler; tam onbeş gün öyle kaldım. Bende büyük bir üzüntü meydana geldi. Sonunda bana : “Senin istediğin olacaktır.” diye söylendi. Ben de şöyle dedim:
— Öyle bir yol istiyorum ki, oraya her giren kimse, vuslat (Allah’a ulaşıp kavuşma) makamı ile müşerref olsun.
ONU BURADAN ÇIKARIN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali, kendimden geçme hali beni bastırdı. Bu hal içinde çıkıp gittim. Hemen her yola girdim. Ayaklarım dikenden yara oldu. Sonunda gece oldu, içimden Seyyid Emir Kilâl’i ziyaret etmek geldi. Mevsim de kıştı; hava dondurucuydu. Üzerimde eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Seyyid Emir Kilâl’in konağına gittim. Müridleri arasında oturuyordu. Beni görür görmez “Bu da kim? diye sordu. Beni ona tanıttılar; Bunun üzerine şöyle dedi:
— Onu buradan çıkarın.
Dışarı çıktım. Nefsimin bu yoldan nefret etmesinden, azmasından, teslim boynunu bağdan sıyırmasından korktum. Fakat Allah’ın bana yar-dımı, rahmeti yetişti. Kendi kendime şöyle dedim:
— Allâhü Teâlâ’nın rızasını kazanma için her perişanlığa katlanacağım. Bu kapıdan da ayrılmam mümkün değil..
Sonra başımı tevazu ile, kırık gönülle o yüksek kapının eşiğine koy-dum. İçimden de şöyle geçirdim:
— Başımı bu eşikten kaldırmayacağım. Başıma ne gelirse gelsin, al-dırmayacağım.
Üzerime yavaş yavaş kar yağıyordu; hava da çok soğuktu. Orada öylece kaldım. Sabah yakındı ki; Seyyid Emir Kilâl dışarı çıktı. Ayağını başıma bastı. Benim orada olduğumu anlayınca, başımı eşikten kaldırdı; evine götürdü, beni müjdeledi ve şöyle dedi:
— Bu saadet elbisesi, senin üstün değerini anlatır.
Sonra mübarek eli ile ayağımdaki dikenleri temizledi, yara yerlerini sildi. Ve bana bol bol feyizler verdi, mânevî yardımlar etti. O kadar çok lütuflar eyledi ki; Tarifi zordur.
DİKENLİ ODUNLAR
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Buhâra’daydım. Seyyid Emir Kilâl ise Nesef’teydi. Bir gün içim-den şöyle geçti: “Seyyid Emir Kilâl’in ziyaretine gideyim.”
Hemen hazırlanıp, yola çıktım. Makamına varıp, kendisine selam verdiğim zaman bana şöyle dedi:
— Oğlum, tam da lazım olacağın zaman geldin. Yemek hazırlaya-cağız, bize odun getirecek biri gerekli..
Onun bu işaretini teşekkürle kabullendim. Hemen odun getirmeye gittim. Odunda dikenler vardı, sırtıma batıyordu; fakat aldırış etmeden getirdim. O odunları getirirken de şöyle diyordum:
Cemal kâbesi gayem, o beni koşturan; Arkamdaki diken ip beni coş-turan..
HIZIR ALEYHİSSELAM
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali bana ağır basmıştı. İçimden, Seyyid Emir Kilâl’in ziyaretine gitmek geldi. O Nesef’te bulunuyordu. Rıbat-ı Cağrai’ye geldiğim zaman, bir atlı ile karşılaştım. Elinde de büyük bir sopa vardı. Başına da keçe külah giymişti. Yanıma geldi, elindeki sopa ile bana vurdu. Ve türkçe şöyle dedi:
— Sen atı gördünmü?.
Ona hiç bir cevap vermedim. Yol boyunca, bana sataştı durdu; yo-lumu değiştirmeye çalıştı. Ben de ona şöyle dedim:
— Ben senin kim olduğunu biliyorum.
Rıbat—-ı Keravel’e kadar beni izledi; peşimden ayrılmadı. Sonra da, kendisi ile arkadaş olmamı istedi. Ben hiç aldırış etmedim; hiç konuşma-dım. Yürüdüm, gittim. Seyyid Emir Kilâl’in huzuruna vardığım zaman bana şöyle dedi:
— Yolda sana Hızır aleyhisselam geldi; neden ona yüz vermedin?. Şöyle dedim:
— Benim niyetim size gelmekti. Sizden başkası ile meşgul olamaz-dım.
KABİRLERİ ZİYARETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Sülûk halimin ilk günleri idi. Haller ağır basmıştı; kararsız bir hal almıştım. Bu yüzden geceleri Buhâra’nın çevresini dolaşıp duruyordum. Bu arada kabirleri de ziyaret etmeyi âdet edinmiştim. Bir gece, Muhammed b. Vasi’in kabrini ziyaret ettim. Orada bir kandil yanıyordu, içinde de yeteri kadar yağ vardı; uzunca da bir fitili vardı. Ancak, onun fitilinin biraz oynatılması gerekiyordu. Böyle olursa yağı çeker, aydınlığı yenilenirdi. Orada biraz oturduktan sonra bana bir işaret geldi; şöyle deni-yordu:
— Şeyh Ahmed Acğaryo’nun kabrine teveccüh et.
Oraya gittim. Orada da aynı şekilde bir kandil buldum. Tam bu sırada iki kişi geldi. Belime iki kılıç bağladılar. Bir merkebe bindirdiler. Doğruca Şeyh Ahmed Müzdahin’in kabrine götürdüler. Oraya gittiğimiz zaman yine öncekilere benzer bir kandil gördük. Orada eşekten indim, kıbleye doğru oturdum.
Bu teveccüh sırasında kendimden geçtim; rüya gördüm. Kıble duvarı yarıldı. Büyük bir deve çıktı; onun üzerinde de cüsseli bir adam vardı. Sarığını sarkıtmıştı. Bu sarkan sarık, kendisini örtmüştü. Devenin çevre-sinde de kalabalık bir cemaat vardı. Onların arasında Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî de bulunuyordu.
İçimden şöyle geçirdim:
— Keşke bileydim, bu cüsseli adam kimdir?. Çevresindekiler kimler-dir?. Onlardan biri bana şöyle anlattı:
— O deve üstündeki cüsseli adam, Abdülhalik Gucdüvanî’dir. Çevresindeki cemaat ise, onun halifeleridir.
Daha sonra, onlardan her birine işaret ede ede, şöyle dedi:
— Bu, Şeyh Ahmed Sıddık’tır. Bu, Şeyh Evliya Kebir’dir. Bu, Şeyh Arif Rivgirî’dir. Bu, Şeyh Mahmud İncir Fağnevî’dir. Bu, Şeyh Ali Ramitenî’dir. Sonunda Muhammed Bâbâ Semâsî’ye kadar saydı. Sonra şöyle dedi:
— Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana kavuk verdi. Kendisini tanıdın mı?.
— Evet dedim. Halbuki o kavuk hikayesi üzerinden uzun bir zaman geçmişti, ben de onu unutmuştum.
Şöyle dedi:
— O kavuk, senin evindedir. Onun uğuru, bereketi ile Allâhü Teâlâ, senden büyük bir belâyı kaldıracaktır.
Bundan sonra, o cemaat bana şöyle dedi;
— Şimdi iyi dinle, Hazret-i Şeyh-i Kebir Abdülhâlık Gucdüvani sana bazı şeyler söyleyecek; onların hepsine senin ihtiyacın var. Hak yolda olduğun süre, onlar sana lâzım olacak. Onlara dedim ki:
— Bana yol verin, o zata selâm vereyim.
Perdeyi araladılar, ona selâm verdim; o da konuşmaya başladı. Sülûk halinin başında, ortasında, sonunda neler gerekse hepsini anlattı; sonunda şöyle dedi:
— O gördüğün kandiller senin için hem bir işârettir, hem de müjdedir. İşaret odur ki: O fitilleri biraz oynatsan; nurların arta, sırlar sana açıla… Müjde de şudur; Bu yol için senin tam bir kabiliyetin var. Öyle ise, bu kabiliyetin hakkını ver ki, makamları aşasın, en yükseğine ulaşasın. Doğru ol, meşru emirler caddesinde yürü. Hem de her halinde.. İyiliği söyle, kötülükten çekindir. İşin kolayına kaçmaktan uzak dur; oldukça gayret isteyen işlere gir. Olmaya ki, din dışı hareketlere giresin. Hazret-i Muhammed Mustafa’nın sünnetleri, hadis-i şerifleri senin yönünü tayin etmeli.. Allah ona salat ü selâm eylesin. Ondan gelen haberleri araştır. Onun izlerini izle. Onun değerli ashabının hallerini gözden uzak tutma.
Bu emirler üzerinde çok durdu. Beni teşvik etti.
Sözlerini tamamladıktan sonra Şeyh’in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu gördüğün rüya değil gerçektir. Bunun alâmetini anlamak ister-sen, yarın Mevlâna Şemseddin Enbikûtî’ye git. Ona bir dava durumunu bildir. Ona de ki:
— Falan Türk’ün, Saka aleyhine açtığı dava doğrudur; hak Türk’ündür. Sen ise, Saka’ya yardım ediyorsun, onun tarafını tutuyorsun.
Şayet Saka, haksız olduğunu kabul etmez ise ona şöyle söylersin:
— Bende, senin aleyhine iki delil var; şöyleki:
1) Ey Saka, sen susuzsun. (O, bu sözün manasını anlar.)
2) Ey saka, sen yabancı bir kadınla cinsî münasebette bulundun. O kadın da senden hamile kaldı. Onun karnındaki çocuğu düşürttün; sonra da götürüp falan üzüm bağının falan yerine gömdün.
Daha sonra, Şeyh’in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu emri, birinci gün Mevlâna Şemseddin’e ulaştırdıktan sonra ikinci gün, üç tane kuru üzüm al, Seyyid Emir Kilâl’in hizmetine git. Yolda giderken, falan yerde yaşlı birini göreceksin. Sana sıcak bir ekmek verecektir. O ekmeği ondan al, fakat onunla konuşma; yoluna devam et. Yolda bir kafileye rastlayacaksın. Bunları da geçtikten sonra bir atlı gö-receksin; ona öğüt ver, onun tevbesi senin elinde olacaktır. Sendeki Hâce-i Azizan’a ait kavuğu da Seyyid Emir Kilâl’e ver.
Daha sonra beni o yere götürenler dürttüler, uyandım; kendime gel-dim.
BÜYÜK KAVUK
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Sabah oldu, Zivertun’daki evime gittim. Aileme kavuktan sordum; hemen bana getirdiler. Dediler ki:
— Uzun zamandan beri bu kavuk şurada duruyor.
O kavuğu görür görmez, bana büyük bir hal geldi; ve çok ağladım. Sonra, hemen o kavuğu aldım, aynı saatte Enbikete’ye gittim. (Enbikete, Buhâra köylerinden bir köydür. )
Daha sonra Mevlana Şemseddin’in mescidine gittim. Sabah namazını onunla kıldım. Namazdan sonra, bana verilen haberi tebliğ ettim; hayret etti.
O sırada, Saka da orada idi; yine Türkün iddiasını reddetti. Bana verilen belgeleri, delilleri söyledim. Bilhassa yabancı kadınla yattığını in-kâr etti. Bunun üzerine, mescidde bulunan cemaatten bir gurup bahsi geçen üzüm bağına gitti. O yeri kazdılar, düşük çocuğun cesedini bul-dular. Bundan sonra Saka yalvarmaya, özür dilemeye başladı. Oradakilere büyük bir hal geldi; Mevlâna Şemseddin ve oradaki cemaat ağlamaya başladılar.
İkinci gün, bana tayin edilen yoldan Nesef’e gittim. Üzerime de üç tane üzüm tanesi aldım.
Mevlâna gideceğimi anlayınca, bana birini yolladı, çokça da lütuflar eyledi. Sonra şöyle dedi:
— Görüyorum ki, arama elemleri seni sarmış. Ulaşmayı elde etme ateşi sana tesir etmiş. Senin şifan bizdedir. Burada kal, senin terbiye hakkını verelim. Seni en üstün gayene erdirelim. Üstün himmetin nisbe-tinde seni yükseltelim.
Bunun üzerine ben ona:
— Ben, sizden başkasının çocuğuyum. Terbiye memesini ağzıma da koysanız onu kabul edemem, deyince sustu. Yola çıkmama izin verdi.
Benim bir kuşağım vardı. İki kişi çağırdım. Onlara Çok sıkı bir şekilde iki taraftan belime sarıp bağlamalarını tembih ettim. Sonra yola çıktım. Anlatılan yere geldiğim zaman, yaşlı birini gördüm. Bana sıcak bir ekmek verdi. Ekmeği aldım. Onunla hiç konuşmadan geçip gittim. Gide gide bir kafileye rastladım. O kafilenin adamları bana sordular:
— Nereden geliyorsun?. Dedim ki:
— Enbikete’den geliyorum. Yine sordular:
— Oradan ne zaman çıktın?. Dedim ki:
— Güneş doğarken çıktım.
O kafilenin yanında iken kuşluk vakti olmuştu. Şaşırdılar:
— Ora ile bura arasında dört fersahlık yol var. Halbuki biz gecenin ilkinde çıktık; buraya da yeni geldik, dediler. Onları orada bıraktım, yola devam ettim.
Giderken, bir atlı ile karşılaştım. Yanına geldiğim zaman, kendisine selâm verdim. Bana sordu:
— Sen kimsin, ben senden korkuyorum?. Dedim ki:
— Kormana gerek yok; tevbeye gelmen benim elimde olacak.
Hemen atından indi. Tam bir tevazu gösterdi. Niyet etti, tevbeye geldi. Yanında şarap yükü vardı; hepsini döktü. Onu da geçip gittim. Sonra Nesef sınırına geldim. Seyyid Emir Kilâl’in makamına doğru yol-landım.
Seyyid Emir Kilâl’i görünce, kavuğu huzuruna bıraktım. Uzun süre sustuktan sonra şöyle dedi:
— Bu, Azizan’ın kavuğudur.
— Evet öyledir, dedim.
Bana şöyle dedi:
— Gelen emir odur ki: Bu kavuğu, on katlı bohça içinde saklayasın.
Onu aldım, emrettiği gibi yaptım.
Bundan sonra bana kelime-i tevhid zikrini telkin etti; gizli okumamı söyledi. Devamlı bununla meşgul olmamı emretti.
Bu işte, hep onun emrini tuttum.
Bana biraz gayret isteyen işleri yapmam emredilmişti; bunun için de açık zikri yapamazdım. Sonra, meşru ilimlerin nurlarını almak için, ilim sahiplerini izlemeye başladım. Resulüllah’ın (s.a.v) izini izledim. Onun hadis-i şeriflerini okumaya başladım. Kendisinin ahlâkı üzerine durdum; Eshab-ı kiram’ın hallerini araştırdım. Bana emredildiği üzere, bütün bunlarla amel ettim. Bu yaptıklarımın tam tesirini gördüm, büyük fayda-sını aldım.
Hasılı: O gördüğüm vakada, Hazret-i Şeyh Abdülhalik Gucdüvanî bana ne dediyse, hemen hepsi de zamanında ortaya çıktı.
SİKKE VERDİ
Abdü’l Hâlik Gucdüvânî Hazretleri bana döndü, hakkımda çok büyük inâyet buyurdu, bir sikke verdi ve şöyle dedi:
—”Bu sikkenin kerameti odur ki, bunu üzerinde taşıyan zâta nâzil olacak belalar, bunun bereketiyle o kimseden defolur.
Daha sonra sülûkun başlangıç, orta ve sonlarına ait yüksek sözleri bana beyan buyurdular.
BELALAR
Şeyh Mahmud İncir Fağnevî’nin zamanından, Seyyid Emir Kilal’e kadar cehrî zikir de yapılırdı. Bunun için toplanırlardı. Ancak, ayrı ayrı zikrettikleri zaman gizli zikir yaparlardı. Şah Nakşibend Hazretleri bu yolun başına geçince işin ağır tarafını tercih etmiş, gizli zikirde kalınmıştır.
Emir Kilâl’in müridleri bir araya geldikleri ve açık zikre başladıkları zaman, Şâh Nakşibend Hazretleri onların yanından kalkar giderdi. Kalkıp gitmesi, onlara ağır geldi. Bu yüzden onların bazısı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hakkında iyi düşünmezdi. O, onların hatırının kırılmasına, incinmelerine aldırış etmezdi. Çünkü, har manada Seyyid Emir Kilâl’in hizmetindeydi ve ona karşı edepte kusur etmemek, edep hakkını ödemekti ki; bunu da hakkıyla yapıyordu.
Günler geçip giderken, Seyyid Emir Kilâl, Şah Nakşibend Hazretlerine her gün biraz daha iltifat ediyordu. Onu itina ile koruyor; yanından da hiç ayırmıyordu.
Bir gün, Seyyid Emir Kilâl’in müridleri, mescidinin onarımı için top-landılar; beş yüz kadar vardılar.
Oradan çıktıktan sonra hepsi Seyyid Emir Kilâl’in huzuruna gelip oturdular. Seyyid Emir Kilâl, onlar arasında Şah Nakşibend Hazretleri hakkında iyi düşünmeyenlere, onu eksikli kusurlu bulanlara baktı. Sonra da onlara şöyle dedi:
— Şeyh Bahaüddin hakkında düşündükleriniz yanlıştır; doğru değil-dir. Allâhü Teâlâ onu kabul buyurmuştur ama, siz bilmiyorsunuz. Gözüm, bakışım onadır; bu da Cenabı Hakk ‘ın onu kabulünden ötürüdür.
O anda, Şah Nakşibend Hazretleri orada değildi. Mescidin kerpicini taşıyordu. Birini gönderdi, çağırttı; gelince de şöyle dedi:
— Oğlum, Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî’nin vasiyetini tam olarak yerine getirdim ; senin için ne lazımsa yaptım.
Sonra da göğsünü işaret ederek şöyle dedi:
— Sana terbiye sütünü verdim; sonunda bitti. Ne var ki, senin kabi-liyetin, hep güçleniyor. Şimdi sana izin veriyorum. Meşayih ara, onlardan faydalan. Himmetin gayretin büyüklüğü nisbetinde onlardan feyizler almaya çalış.
Şah Nakşibend Hazretleri bu sözleri şöyle yorumluyor:
—” Seyyid Emir Kilâl’in üsteki sözleri benim için büyük bir ibtilaya (bela ve musibetlere girmeme) sebeb oldu. Bir denemeden, diğer bir denemeye geçtim.
DİGER ŞEYHLERLE…
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Bundan sonra Mevlâna Arif Dikkeranî ile yedi sene sohbet ettim. Ondan sonra da Şeyh Kusem’in sohbetine girdim. Bir gece uyumuşum, Hakim Ata’yı gördüm. Hakim Ata Türk şeyhlerinin büyükleri arasındaydı. Rüyada, bana bir dervişi tavsiye etti. Uyandığım zaman, o dervişin suretini muhayyilemde buldum.
Benim çok iyi bir ninem vardı. Gördüğüm rüyayı ona anlattım; şöyle dedi:
— Oğlum, yakında sana Türk şeyhlerinden nasih gelecek.
Bundan sonra, hep o dervişle karşılaşmayı arzu edip durdum; onunla buluşmayı bekledim. Sonunda onunla Buhâra’da karşılaştım. Görür görmez de tanıdım. Onun ismi şuydu: Halil Ata..
Onu gördüm görmesine ama, o saatte onunla sohbet etmek içimden gelmedi. Eve gittim. Gönlüm, hep onunla meşguldü.
Akşam vakti olmuştu; bir şahıs bana geldi, şöyle dedi:
— Derviş Halil seni istiyor.
Hemen ziyaret hediyesini aldım, çabucak ona gittim. Onu görür görmez istedim ki, daha önce gördüğüm rüyayı anlatayım. Bana Türkçe şöyle dedi:
— Gördüğün rüyayı biliyorum, anlatmana gerek yoktur.
Bunun üzerine kalbim ona kaydı; onun sözünden çok çok etkilendim. Onun sohbeti ile üstün hallere erdim.
Sonra Maveraünnehir halkı, onu başlarına başkan seçtiler, kendilerini sultan ettiler. Böyle iken yine onun yanından ayrılmadım. Onun saltanat günlerinde, kendisinden çok büyük haller gördüm. Kalbim ona karşı daha çok sevgi ile doldu.
Bu Halil Ata da, beni yetiştirme işinde üstün gayret gösterdi; hallerimi üstün etmeye çalıştı, bana çok şefkatli davrandı. Çok kere bana hizmet edeplerini öğretirdi.
Altı sene Halil Ata’nın sohbetinde kaldım; Saltanat süresinde yanın-dan ayrılmadım. Zahirde onun hizmet edeplerine riayet ediyor, ona karşı bir kusur işlememeye çalışıyordum; kimselerin olmadığı yerde de, onun özel sohbetinde oluyordum. Çok kere, seçkin müridleri arasında şöyle derdi:
— Her kim Allah rızası için bana hizmet ederse, halk arasında büyük olur.
Ben, onun bu sözüyle ne demek istediğini, kimi anlatmak istediğini biliyor, anlıyordum. O beni anlatmak istiyordu.
Şunu unutmamak gerekir ki, sultanlara tazim etmek, onlara saygı göstermek; onların dıştakı saltanatları, azametleri için olmamalıdır. Çünkü onlar sultanlar sultanı Allah’ın, Celâl sıfatının zuhur yerleridir.
Aradan bir süre geçtikten sonra Halil Ata’nın saltanatı çöktü. Onun intikali ile haller değişti. Bir anda o saltanat, o debdebe toz olup gitti. Onun böyle olması, bende dünyaya karşı daha da gani gönüllü zahid olma arzusu doğurdu. Dünya işlerine karşı içime bir kesiklik geldi. Sonra Buhâra’ya döndüm; Zivertun’da kaldım.
……………
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Arayış içinde olduğum ilk günlerin birinde Allâhü Teâlâ’nın sevgili kullarından biri ile karşılaştım. O zamanlar, cezbe halim ileri idi. Bana dedi:
— Görülen duruma göre, sen ashaptan birini andırıyorsun, dedi. Şöyle dedim:
— Allah dostlarının himmet nazarına uğrarsam, ümidim odur ki, de-diğin gibi olurum. Bana yine sordu:
— Vaktin nasıl geçiyor, neler yapıyorsun? Şöyle dedim:
— Bulunca şükrediyorum, bulamayıncada sabrediyorum. Gülümsedi ve şöyle dedi:
— Bu dediğin kolay iştir. Asıl önemli olan, Nefsini biraz zora koşup bir hafta yiyecek içecek bulamasan dahi nefsin sana baş kaldırmaya..
Onun böyle demesi üzerine, kendisine tevazu gösterdim, kendisinden yardım istedim. Bana şöyle dedi:
— Gönül almaya bak, güçsüzlere hizmet et. Zayıfları, gönlü kırıkları koru. Bunlar öyle kimselerdir ki: Halktan hiç bir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir sükûnet, tevazu, kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara bul.
Onun bu emrini tuttum. Söylediği yolda uzun süre çalıştım. Ondan sonra da bana hayvanlara bakmayı emretti; onların hastalıklarını tedavi etmemi istedi. Tek başıma onların yaralarını sarmayı, temizlemeyi iyi ni-yetle, ihlasla bu işleri yapmamı emretti. Bu hizmeti de yerine getirdim; bana nasıl anlattıysa öyle yaptım. Bu sıralarda öyle bir hale geldim ki: Yolda giderken bir köpek görecek olsam; olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini isterdim. Ondan önce adım atmazdım. Bu halim yedi sene devam etti.
Bundan sonra bana kendi köpeklerine sadakatla, saygı ile bakmamı, onlardan yardım istememi emretti; sonra şöyle dedi:
— O köpeklerden birinin bakımını yaparken, büyük bir mutluluk du-yacaksın.
Onun bu emrini de bir ganimet bildim; hiç bir gayreti elden bırak-madım. Onun işaretindeki manayı anladım; verdiği müjdeyi bekledim. Bu bakımdan sırasında bir köpeğin yanına gittim; bende büyük bir hal meydana geldi. Onun önünde durdum; beni bir ağlamak tuttu. Ben öyle ağlamakta iken o sırt üstü yattı, ayaklarını göğe dikti. Bundan sonra hazin hazin sesler çıkarmaya, ağlamaya, inlemeye başladı. Ben de ellerimi açtım, tevazu ile, kırık gönülle:
— Amin!. dedim, o da sustu, döndü.
Yine o günlerden biri idi. Evden çıktım, bazı yerlere gittim. Yolda harba gördüm. Ki bu, güneşe aşık büyük kelerdir; güneşin rengine göre rengi değişir. Güneşe dalmıştı; onun güzelliğine hayrandı. Onu o halde görmekten bana büyük bir vecd geldi. Kendi kendime şöyle dedim:
— Bundan şefaat isteyeyim.. Şu anda bu, şefaat makamındadır.
Bunun üzerine karşısında tam bir edep ve saygı ile durdum. Ellerimi kaldırdım. Ben öyle ederken, o daldığı alemden ayrıldı; sırt üstü yattı, göğe doğru yüzünü döndürdü. O, bu halde iken ben:
— Amin!. diyordum.
Bundan sonra o zat, bana yollarda halkın geçip gitmesine mani olan şeyleri temizlememi emretti. Bu işe de hayli zaman koşup durdum. O kadar ki: yolların taşından, toprağından eteğimin temiz durduğunu hiç kimse görmedi.
Hâsılı: O büyük zat, bana her ne emrettiyse, tam bir sadakatle, temiz niyetle yaptım. Özümde bunların çok güzel sonuçlarını gördüm; Hallerimde tam bir yükselme oldu.
BUZDA BOY ABDESTİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, arkadaşlarımla birlikte Zivertun’daki evdeydik; uykuda iken bana boy abdesti almayı gerektiren bir hal oldu. Hemen uyandım, geceleyin boyabdesti almak için dışarı çıktım. Mevsim kıştı, bütün sular da donmuştu. Hangi suya gittiysem, şiddetli soğuktan donmuştu. O buzları kıracak bir şey de bulamadım. Bu durumu arkadaşlardan hiç birine de haber vermedim. Onlara zorluk vermek istemiyordum. Üzerimde de eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Zivertun’dan ümidimi kesince, Kasr-ı Ârifân’daki evime gittim. Orada buzu kıracak bir şey aramaya başladım. Ailemden hiç kimseyi de bu durumdan haberdar etmek istemedim.
Evin hemen her yanını aradıktan sonra; mescidin yakınında bulunan havuz kenarında su alınan bir kap buldum. Onunla buzu kırmaya başladım. Bu işte çok zorlandım; Hatta elim bile yaralandı. Sonunda o kapla havuzdan su çıkardım; Boy abdesti aldım. Çok üşüdüm. Boy abdestini aldıktan sonra o kürkü yine giydim. Aynı saatte, o şiddetli soğuğa rağmen, Kasr-ı Ârifân’dan Zivertun’a döndüm.
FENAYI HAKİKİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Değişik haller yaşadığım günlerin birinde şu bostandaydım. (Bostan, dediği yer, kendi kabridir.)
Orada ben vardım, benimle ilgilenen bir topluluk vardı.
Orada otururken, ilahî cezbe bende ağır bastı. İlahî lütuf geldi, çır-pınmaya başladım. Öyle bir hal aldım ki, ne durabildim, ne de bir şeyle meşgul olabildim. Dinlenme istiyordum.
Kararsız bir şekilde kalktım. Neden, niçin kalktığımı da pek bilmiyor-dum. Hemen kıbleye döndüm, bir yerde oturdum. Aynı anda kendimden geçtim.
İşte o zaman hakîki fenâ halini buldum. Hakîki mânâda Allâhü Teâlâ’nın varlığında yok olup gittim. O anda kendimi, sonsuz olarak nurdan bir deniz, bir yıldız gibi gördüm. Sonra da o nurdan deniz içinde eridim, bittim. Bende zahirî hayat eseri kalmadı.
Orada hazır olanlar, benim bu halimden ötürü ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar.
Aradan geçen altı saatten sonra yavaş yavaş beşeriyet halim bana geldi.
KIPÇAKLARIN İSTİLASI
Şöyle anlatıldı:
— Kıpçak askerleri Buhâra şehrini kuşatmışlardı. Bu yüzden, Buhâra halkı, o kadar sıkışmış durumdaydılar ki, damları helâ gibi kullanıyorlardı. Bu sırada, Şâh Nakşibend (k.s.) Efendimiz de, namaz için hazırladığı bir damda oturuyordu. Huzuruna, samimî iki kişi geldi; bunlar ilme çalışıyorlardı. Onlara şu emri verdi:
— Şu oturduğumuz damın çevresindeki damların pisliğini temizleyin. Sonra da şöyle dedi:
— Buhâra medreselerinin helâlarını ben çok temizledim. Bu yolda, Hak yolcusu sâlike varını bolca harcamaktan, bir şeyin sahibi olmamaktan, üstün gayret sahibi olmaktan başka bir şey fayda etmez. Beni ancak bu kapıdan içeri aldılar; erdiğime, ancak bu şekilde erdim.
Başka bir cümlesinde ise şöyle dedi:
— Bu yolda varlığı yok etmek, nefsin varlığını görmemek kabul devletinin, ulaşmanın sermayesidir. Bu makamda ben, varlıkların her bir tabakasına nefsimi bağladım; yan yana durduttum. Sonunda baktım ki: Onların her bir ferdi, nefsimden çok çok daha iyi.. Daha sonra nefsimi artık tabakasına çektim. Gördüm ki, onların da bir yararı var. Kendi nefsi-min hiç bir yararını görmedim.
Sonunda köpek artığına geldim, kendi kendime şöyle dedim: “Bunun ne yararı var?.”
Sonra da şu hükmü verdim: İşte nefsim de bunun gibi bir şey.. Ancak, daha sonra öğrendim ki, onun da faydası varmış..
Bundan sonra şunu bir gerçek olarak bildim ki: Nefsimin asla bir faydası yoktur.
NE İSTİYORSAN İSTE…
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, Zivertun çevresini dolaşmaya çıktım. Sonunda çiçeklik olan bir yere gelip kaldım. Orada anlatılması zor bir hale kapıldım; bana şöyle dendi:
— Zatımızdan ne istiyorsan iste. Tevazu ile, huzurla şöyle dedim:
— Allahım, rahmet deryalarından bana bir damla ver, inayet hazine-lerinden bana bir katre gönder. Şöyle dendi:
— Zatımızdan bir damla mı istiyorsun?.
Bundan da bana büyük bir hal geldi. Titremeye başladım. Yüzüme kuvvetli bir tokat attım. Bu tokatın acısını günlerce duydum. Sonra da şöyle dedim:
— Ey Kerim Allah, taşıma gücü ile birlikte bana rahmet, inayet deni-zini bağışla.
Bundan sonra bağış eseri derhal görüldü; inayet eserini sezdim. Ereceğime o anda erdim.
HİMMETİ YÜKSEK TUTUN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle dedi:
— Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayakları-nızla başıma basmalı, istediğiniz makama çıkmaya çalışmalısınız.
VEYSEL KARÂNİ VE TİRMİZÎ…
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün sülûk hallerini açıklıyordu. Bu arada, büyüklerin ruhaniyet durumlarından yardım istemenin büyük tesirleri olacağını anlattı; sonra şöyle dedi:
— Veysel Karânî Efendimizin ruhaniyetine yönelip teveccüh etmenin; içten, dıştan bağlardan kopmakta, tam manası ile mânâ âlemi ile bağlantı kurmakta büyük tesiri vardır.
İmam Muhammed b. Ali Tirmizî’nin ruhaniyetine yönelmekte ise, in-sanın kendisine ait sandığı geçici sıfatların bir an önce silinip gitmesinde çok faydası vardır.
YÜKSEK HALLERİNDEN…
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin menkıbe-lerini derleyen Mevlâna Salâh şöyle anlattı:
— Hicretin 709. (M.1387) yılı idi. Şâh Nakşibend Efendimizin ya-nındaydım. Şöyle anlattığını dinledim:
— Yirmi sene var ki, ben Hakim Tirmizî’nin izini takib ediyorum. Onun kendine mal edeceği bir sıfatı yoktu; şu anda ben de öyleyim.
Onun bu anlattığından bir şey anlayan anladı; anlamayan da anlamadı.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir başka cümlesinde şöyle anlattı:
— Biz, bu yola ayak basarken, iki yüz kişi idik. Gayret ettim, çalıştım; esas gayeye erdim.
İLK GÜNLERİNDE
“Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü Teâlâdan, Resûlüllahtan, Kur’an-ı kerimden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım.”
İLK GÜNLERİNDE
Yine şöyle anlatmıştır:
— “Hak yolda ilerlemeye, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, birgün yolum bir kumarhaneye uğradı. İnsanların toplanıp kumar oynamakta olduklarını gördüm.. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbr şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devam ettiler. Nihayet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyalık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: “Bu kadar kaybıma rağmen bu oyunda başımı dahi versem oyundan vazgeçmem.” Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hasıl oldu ki, o günden i’tibaren Hak yolunda talebim hergün biraz daha arttı.”
İLK GÜNLERİM
Yine şöyle anlatmıştır:
—”Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle olmuştur: Âilem ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbet çok fazla idi. Birgün evimde otururken, aileme ve çocuklarıma pek fazla iltifat ve muhabbet gösterdim. Bu sırada aniden kulağıma gizli bir ses geldi. “Herşeyi bırakıp Allaha dönme zamanı daha gelmedi mi?” denildi. Bu sesi duyunca halim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rek’at namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Herşeyden el çekip, Allahü teâlaya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rek’at namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zivertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün camisinde kılıyordum. Birgün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Camiinin, âlim ve takvâ sahibi bir imamı vardı. Bana dedi ki: “Ben seni, ibadet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin.” İmâma dedim ki: “Zât-ı âliniz benim hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum.” Ben böyle deyince, imam efendi bana şu beyti okuyarak cevap verdi:
“Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir.”
Bu söz kalbime öyle te’sirli oldu ve içime öyle bir dert salıp, beni öyle bir aşka düşürdü ki, ben bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü Teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tabi olmak isterken, Allahü Teâlânın inayeti ile bir ayet-i kerimede bildirildiği gibi, “Allahü Teâlânın açmış olduğu kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez” dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok te’sir etti. Onlar da benim bulunduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü Teâlâdan başka herşeyi bırakıp, Allahü Teâlâya (rızasına) kavuşmaktı. Allahü Teâlâya sonsuz hamdü senalar olsun ki, bana inayet-i Rabbani erişerek maksadıma kavuşturdu.”
İLK GÜNLER
— “Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hace Muhammed Bâbâ Semâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdiğim. Bunların faidelerini ve te’sirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlüllah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasiyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devam edip, nasihatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Allahü Teâlânın ihsânıyla bunların fâidesini gördüm. Tasavvufda en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan şey, Allahü Teâlâya cân-ı gönülden, kendinden geçerek dua ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allahü Teâlânın rızasını istemek, nefsi ezmek, onu mağlup etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekanda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı buradan başka yerdedir. Bir sâlih, hakikat yolunda kendi nefsini Fir’avn’ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüzbin defa daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o salih hakikat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi tezkiye kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ipucudur. İşte ben de bunun için nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinattaki her şey ile karşılaştırdım. Hakikatte herşeyi her varlığı, her mahluku daha üstün ve daha hoş gördüm. O hale geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyas yaparak düşündüm. kendimi aşağı ve aciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinatta ne varsa hepsinden faide gördüm. Fakat nefsimden hiçbir faide görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları olacaktı.”
IRMAK TERSİNE AKTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bir defasında Şeyh Seyfeddin adlı bir zatın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı Bahâüddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hallerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyanın meşhurlarından olan Şeyh Seyfeddin ile Şeyh Hasen Bulgârî arasında geçen kerametler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki:
—”Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acaba bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır? “Bunun üzerine Behâeddin hazretleri buyurdu ki:
—”Bu zamanda öyle zatlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar.” Bu sözler Bahâüddîn hazretlerinin mübarek ağzından çıkar çıkmaz, önlerinde akmakta olan ırmak ters akmaya başladı. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—”Ey su! Ben sana yukarı ak demedim” buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerametini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle ona bağlandılar ve saâdete kavuştular.
YAĞMUR YAĞDI
Bir defasında Nesef’de büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur beklediler. Fakat bir damla yağmur düşmedi. Nesef halkı, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin duasını almak için aralarından birini huzuruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzun ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—”Üzülmesinler, Allahü Teâlâ onlara yağmur gönderecek.” Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Nesef’e yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
BİR SOHBET YETERDİ…
Bir talebesi şöyle anlatmıştır:
—”Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâ’ya geldim. Alimlerin derslerine devam ettim. Sonra kalbime Kâ’be’yi ziyaret etme arzusu doğdu. Mekke’ye gidip, Kâ’be’yi ziyaret etmek şerefine kavuştum. Buhârâ’ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hatta eşkıyâlık yapacak kadar kötü idi. Ben bu halde iken, bende bir çekilme hali hasıl oldu. Bu hal, beni ister istemez Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna sürükledi. Huzuruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin te’sirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu halime öfkelenip;
— “Sus” dedi. Sonra da; “Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamam olurdu. buyurdu.”
ŞEYH ÖMER’İN HİKÂYESİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendi şöyle anlatmıştır:
—”Benim Bahâüddin Buhârî’ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: Önce Taşkend’de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin faziletini, hallerini anlatırlardı. Böylece görmediğim halde ona karşı içimde bir muhabbet hasıl oldu. Birgün Taşkend’deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasına rabıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri gözüme göründü ve kulağıma;
—”Senin Horasan’a gitmen gerekir” diye söyledi. Yemekten sonra Horasan’a, oradan da Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri’nin yakın talebelerinden Mevlana Celâleddîn’in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp huzura kabûl ettiler ve;
—”Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle baş başa görüşmek istedim. Onun için beklettim” dedi. Bundan sonra ben halimi ona anlattım ve çok ağladım, bana yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki:
—”Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun” Sonra onun faziletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzuruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi.
Yolculukta başıma ba’zı hadiselerin geleceğini de işaret etti. Derhal Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan’a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan sonra, sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Fakat yolcular namaza kalkmadılar. Bu duruma üzülüp, onlara nasihat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir hal oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat suya batmadım. Öyle bir hal oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu halimi görünce ağlamaya başladılar.
—”Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız” dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra Amûre kal’asına vardık. Orada da acâib hadiseler oldu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine iltica ettim. Şirmüşter denilen bir dergaha vardım. Yola devam ederken bir kervana rastladım. Bana dediler ki:
—”Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür yolunu şaşırırsın. Burada dur, şayet yola devam edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helak olursun.” Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime; “Ben, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola gireceğim için bana tehlike gelmez” dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım. Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime ba’zı nefis yemekleri düşünerek; “Âh o yiyecekler olsa da yesem” dedim. Ben böyle düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde tam arzu ettiğim yemekler vardı. Bu durum karşısında halim değişti. ağlamaya başladım.
—”Ey Allahım, senin rızanı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızandan başka birşey aslâ taleb etmeyeceğim” dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devam ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı, beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. “Eğer ben bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kaçmazlar” dedim. Ben böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da halim değişti ve çok ağladım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine karşı muhabbetim o kadar arttı ki, huzuruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs’a vardım. Kendi kendime; “Heryerde Allahü teâlanın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim” dedim. Ben böyle düşünürken, karşıma divâne hâlde bir kimse çıktı. Halk onu görünce; “Divâne Dâvûd geliyor” dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selam verdim. “Ve aleykesselâm” deyip selamımı aldı.
—”Hoş geldin Türkistanlı derviş” dedi. Beni yanına yaklaştırıp, koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana verdi.
—”Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını da sana verdim” dedi. Bu hadiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divane gördüm. Çocuklar taşa tutuyorlardı.
—”Bu divânenin adı nedir?” diye sordum. “Câvâdâr’dır. Bu beldenin divânelerindendir” dediler. Kendi kendime;
—”Bundan da izin alayım” dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp;
—”Ey Türkistanlı derviş, söz divâne Dâvûd’un söylediği gibidir” diyerek ilk karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işaret etti. Bundan sonra bende güzel bir hal, cem’ıyyet hasıl oldu. Yemek arzu ettim ve;
—”Her halde bu şehirde Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ben ilk lokmayı onun elinden yerim” dedim. Bu sırada yanıma birisi gelip;
—”Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hizmetçilerindenim. Evime buyur” dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi. Sonra bana;
—”Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan da buraya teşrif edecekler. Buraya teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, Senin yerin burasıdır” dedi. Birkaç gün sonra Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere derhal dışarı çıktık. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir merkeb üzerinde ve etrafında talebeleri olduğu halde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyaretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıkdan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime;
—”Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acabâ bana neden hiç iltifat etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım” diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri merkebden inip, yanına yaklaşmamı istediler. Bana;
—”Hoş geldin ey Taşkendli derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdar oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgulüm” buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzuruna kabul edip;
—”Başından geçen hadiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hadiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu” buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hale gelip, çok ağladım.
—”Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Ben de;
—”Şimdiye kadar geçen ömrümü zayi etmişim” dedim.
—”Öyle söyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür” buyurdu. Sonra;
—”Şimdi sen, bulunduğun hali mi, yoksa geçen halini mi istersin?” diye sordu. Ben de;
—”Bu halimi istedim” dedim.
—”Bu iş tâbi olmadan olmaz” buyurdu.
—”Ne işaret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm” dedim. Ben böyle deyince;
—”Huyunuz mübârek olsun!” buyurdu.”
NAMAZ VE KURAN
Talebelerinden Emir Hüseyin de şöyle anlatmıştır:
—”Benim evim Kasr-ı ârifan’da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yok idi. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri camiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihayet bir gece rü’yamda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini gördüm. Mübarek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka haller kaplamıştı. Âniden Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri evime geldi. Bana dedi ki;
—”Aynayı sana kim verdi?”
—”Siz verdiniz efendim” dedim.
—”Niçin namaz kılıp, Kur’an-ı kerim okumazsın?” dedi.
—”Kur’an-ı kerim okumayı bilmiyorum” dedim.
—”Ben sana namaz ve Kur’an-ı kerim öğretirim” buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsana ve ni’mete gark etti.”
DUVARDA KIRK ALTIN
Nakledilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zat,, Kasr-ı ârifân’a gelip, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna girerek, ziyaretlerine gelmekte kusur ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona şaka yaparak;
—”Bedâva özür kabul edilmez” buyurdu. Gelen zat;
—”Bir öküzüm vardır, onu size vereyim”dedi.
—”Onu kabul etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabul edilir” buyurdu. Şeyh Şâdî; “Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?” diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin önüne koydu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri altınları sayıp, içinden bir tanesini ayırdı. Diğerlerini geri verdi.
—”Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlanın kullarına dağıt” buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek;
—”Bu altın haramdır” buyurdu. Daha sonra o zâta;
—”Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?” dediler. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir kumarda kazanmıştım, dedi.
KURTLAR GELDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, ağacın gölgesinde uyudu. Uyur uyumaz rü’yasında hocası Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri’ni gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp;
—”Uyan, kalk, burası uyuyacak yer değildir” dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Bir de gördü ki, iki kurt, kendisine doğru yaklaşmış, hücum etmek üzeredirler. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devam etti. Kasr-ı ârifân’a varınca, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; “Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?” buyurdu.
NEHİRE ATTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Hüseyn’e;
—”Kendini bu suya at” buyurdu. Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyin hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. “
— Ey Emir Hüseyn, çık gel!” buyurdu. Emir Hüseyin derhal sudan dışarı çıktı. Elbisesinden en ufak bir yer bile ıslanmamıştı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona;
—”Ey Emîr Hüseyin, kendini suya atınca ne gördün?” diye sordu. Emîr Hüseyn dedi ki:
—”Emriniz üzerine kendimi size feda ederek suya atınca, bende öyle bir hal hasıl oldu ki, kendimi birden bire gayet güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zât-ı âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz.
—İşte bu kapıdan çık, buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan çıktım. İşte huzurunuza geldim” dedi.
HAMUR PİŞMEDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetine tam uyar, Peygamberimiz (s.a.v.) yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resulüllahın (s.a.v.) işlediği her sünneti işlerdi. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Eshab-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübarek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı kiramın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamberimizin (s.a.v.) koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübarek elini dokunduğu hamura te’sir etmedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Resûlüllaha uymak için talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübarek elinin dokunduğu hamura ateş te’sir etmedi. Resûlüllaha (s.a.v.) uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: “Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.
BÜTÜN DÜNYA
En büyük halifesi ve yerine irşâd makâmına geçen Hâce Alâüddîn-i Attâr (k.s.) buyurdu:
—”Hâce Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile kendisinden ettiğim istifadeyi beyan edip, ifşa etsem, bütün dünyayı evliyalık makamına ulaştırırım. Ama Allahü Teâlânın âdet ve iradesi böyle değildir.”
ÖNÜNDEKİ SOFRA GİBİ
Hazret-i Azîzân, ya’ni Ali Râmîtinî (r.a.) buyurdu ki:
—”Bu büyükler, bütün dünyayı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın yüzü gibidir. Onların nazarından bir şey örtülü değildir.”
Hâce hazretleri, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere te’sir eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnâsında talebelerine; “Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi buldum?” dediler. Talebeleri; “Biz sizi bulduk” dediler.
“Mâdem ki, siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun” buyurup, talebelerinin gözünden kayboldu. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup; “Sizin cazibeniz olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?” deyip özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
KULAĞA PAMUK
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Buhârâ’da, yaz mevsiminde bir akşam, talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş sohbet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor, dinleyenlere feyz çağıyordu. Evin yakınına, Buhârâ vâlisinin sarayı vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlekte def ve çalgı çalıp, eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—”Bizim bu sesleri işitmemiz caiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lazımdır” dedi. Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Halbuki vâli ve adamları sabaha kadar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerine; “Biz çalgı sesinden sabaha kadar uyuyamadık, siz nasıl durabildiniz?” dediler. Talebeler;
—”Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lazımdır” buyurdu. O andan i’tibaren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik” dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli durumu öğrenince, yaptığı işe pişman olup, tövbe etti. Bu Hadise Buhârâ’da günlerce anlatıldı. Herkes Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri’nin büyüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha çok arttı.
ARADIĞIN BURADA…
Hâce Behâüddîn Nakşıbend hazretleri, Buhârâ’nın Gülabâd semtinde bir talebesinin evinde bulunuyordu. Bu sırada kapının önüne bir atlı gelip durdu. İçerden Hâce hazretleri atlıya seslenip;
—”İçeri gel! Aradığın buradadır” buyurdu. Atlı bu da’veti işitip, atından indi. kapıyı açtı ve içeri girdi. Gelen zâta;
—”Gördün mü, seni buraya çektik. Tirmiz’e hakîkatı aramak için geliyordun” buyurdu. İçeri giren o yolcu, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin elini öptü ve şöyle dedi:
—”Buyurduğunuz gibi, Tirmiz’e bana doğru yolu gösterecek birini aramaya gidiyordum. Fakat yolda bir yere vardım, artık atım yürümez oldu. Ne kadar zorladıysam da bir türlü yürütemedim. Bir adım bile atmadı. Anladım ki, bunda bir sır vardır. Atın dizginlerini serbest bıraktım. At dönüp Buhârâ yoluna düştü. Hiç dokunmayıp, kendi haline bıraktım. Nereye gidecek diye merak ediyordum. Nihayet geldi, bu evin kapısının önünde durdu. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o kimseye iltifat edip, yetiştirmek üzere talebeliğe kabul etti.
YÜKSEK HALLERİNDEN
Bir başka talebesi şöyle anlatmıştır: Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanımadan önce yüz altınım vardı. Bir sandıkta saklı idi. Birgün bu altınlarla ticaret yapma hevesine kapıldım. Altınları alıp, Buharâ’ya gittim. Hazır elbise alıp, köylerde satmaya başladım. Buhârâ köylerinden birinde bulunduğum sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif ettiğini duydum. Eşyamı bir yere emanet bırakıp, ziyaretine gittim. Huzuruna girince, elini öpüp bir kenara oturdum. Bana;
—”Bu köye niçin geldin?” diye sordu. Bir miktar elbise aldım, onları satmak için geldim.
—”Elbiselerini getir göreyim” buyurdu. Gidip getirdim. Baktıkdan sonra karşıdaki dağı göstererek;
—”Eğer benden dünyalık istersen, şu dağı sana altın yaparım” buyurdu. Böylece dünyaya düşkün olmamayı, asıl maksadın ebedi saâdete kavuşmak olduğunu bildirdi. Ben de bunun üzerine dünya sevgisini kalbimden çıkarıp, varımı yoğumu Allah yolunda harcadım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine talebe oldum. Ondan sonra hiç geçim kaygusu ve sıkıntısı çekmedim.
AĞLAYAN VE TİCARET YAPAN
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hacda iken, Ka’be’yi tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyarın ka’be’nin örtüsüne sarılarak ağladığını ve göz yaşları ile orayı ıslattığını gördü. İmrenilecek bir halde olan ihtiyarın, bir de kalbine teveccüh etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyarın kalbi tamamen dünyalık şeylerle meşgul. Minâ pazarında ise genç bir tüccar gördü. Bu genç tüccar, aşağı yukarı ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. Görünüşte tamamen dünyaya dalmış gözüken gencin kalbini hep Allahü teâlayı zikretmekle meşgûl bir hâlde gördü.
FAKİRDİ
En başta gelen talebelerinden Alâeddîn Attâr şöyle anlatmıştır:
—”Hace Behâeddin Nakşıbend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Mâişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helal yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi birşeyden uzak dururlardı. “İbâdet on kısımdır. Dokuzu helal rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir” buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi.
ORUÇ
Buyurdu ki: “Oruç bana mahsustur. Onun karşılığını ben veririm” buyurulan kudsi hadis-i şerifte, hakiki oruca işaret vardır. Bu ise, Allahü Teala’dan başka herşeyi (Mâ-sivâyı) terketmektir.”
ESMA-İ İLAHİ
Yine buyurdu ki: “Allahü Teâlanın doksandokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa, cennete girer” buyurulan bu hadis-i şerifteki “Ahsa” kelimesinin bir ma’nası saymaktır. Diğer bir ma’nası ise, bu ism-i şerifleri öğrenip, bilmektir. Bir ma’nası da, bu esma-i şerifin mûcibince amel etmektir. Meselâ “Rezzak” ismini söylediği zaman, rızkı için aslâ endişe etmemeli. “Mütekebbîr” ismini söyleyince, Allahü Teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir.”
YARDIM EDERİZ
Yine bir gün, Behâeddin Buhari hazretlerine
— Bu dereceye nasıl ulaştınız? diyesordular.
—”Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla ulaştım” buyurdu.
SOHBET YOLU
Yine buyurdu ki:
— “Bizim yolumuz sohbettir. Halvette (yalnızlıkta) şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Hayır ve bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet bir kimsenin arkadaşında fani olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, ba’zılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerine başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan ba’zılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hasıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.”
KABİLİYETE GÖRE
Yine buyurdu ki:
—”İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselama;
—”Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! buyurulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, talib de bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin neticesimeydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki, kendinde ehlullahın tam bir ma’rifetine kavuşma saadeti nail olsun.”
NEFSE MUHALEFET
Buyurdu ki:
—”Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsini muhalefet etmeye (nefsinin isteklerine boyun eğmemeye) muvaffak olduğu için şükretmesi lazımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, halini değiştirmesi, ya’ni nefsine muhâlefet etmesi lazımdır, buyurulmuştur.”
SÜNNETE UYMAK
Buyurdu ki:
—”Bizim yolumuz, Allahü Teâlanın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshab-ı kirama tabi olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve hahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenler, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usulle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan alim bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesmbit eder ve ona göre ilaç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten faide hasıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu yer almıştır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu, denir. Bizim sohbetimize dahil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâladan başka herşeyden alakasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü Teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazifemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez.”
VASITAYIZ
Buyurdular ki:
— Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü Teâlânın minâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu halde bu yolda ilerleyen kimse, kıyamete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zatın terbiye nimetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez.”
MURADLARDAN..
Bir defasında da buyurdu ki:
—”Biz Allahü Teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi.”
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yolunun esaslarından olan;
—”Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik” buyurması, Resûlüllah (s.a.v.) efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.
KALBE TEVECCÜH
Buyurdu ki:
—”Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalb ile de Allahü Teâlaya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme içme giyme ve oturmada, işlerde ve adetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan alimin sohbetini ganimet bilmektir. Hocasının huzurunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü Teâlânın devamlı huzurunda olmaktır. Eshâb-ı kiram zamanında buna “İhsan” ismi verilmiştir. Ya’nî her an Allahü teâlanın gördüğünü bilmek ve Allahü Teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmek haline İhsân denilmiştir. Bu yolda ilerleme esnasında; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hallere gömülmek, fena ve beka makamlarına ulaşmak, üstün ahlak ile ahlaklanmak gibi on makam ele geçer.”
ŞERİATA UYMAK
Yine buyurdu ki:
—”İslam dininin hükümlerini yapmak, ya’ni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hatta mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret miktarınca kullanmak, tamamen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyalık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Velâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenab-ı Hakk’ın feyzi her an gelmektedir.”
İŞİ İYİ YAPMAK LAZIM
Hace Alâüddin Gucdüvani de şöyle anlatmıştır: “Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin son hastalıklarında, vefatından önce huzurunda idim. Ölüm halinde iken huzuruna girmiştim. Beni görünce;
—”Ala! Sofrayı getir yemek ye!” buyurdu. Bana hep “Ala” diye hitab ederlerdi. Ben emrine uymak için sofrayı getirip, birkaç lokma yedim. Hocam o halde hasta iken benim yemek yiyecek takatim yoktu. Sofrayı kaldırdım. Mübarek gözlerini açıp, sofrayı kaldırmış olduğumu gördü. Tekrar;
—”Alâ! Sofrayı getir yemek ye!” buyurdu. Sofrayı getirip, birkaç lokma daha yiyip kaldırdım. Yine sofranın kalkmış olduğunu görünce;
—”Sofrayı getir yemek ye! Yemeği iyi yiyip, işi de iyi yapmak lazımdır” buyurdu. Dört defa böyle oldu.”
HAYATININ DİĞER SAFHALARI
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri üç kere hacca gitti.
Sonunda Merv’e geldi ve oraya yerleşti. Burada bir süre kaldıktan sonra Buhâra’ya gitti. Buhâra’da Kasr-ı Ârifân’da kaldı. Daha önce bu yerin adı Kasr-ı Hinduvan’dı.
Hemen her yana, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri’nin ünü yayıldı. Ülkenin hemen her yerinden, ona, “Merhaba” demek için kafile kafile insanlar gelip gitmeye başladılar. Onun himmeti ile kâinat nurlanıp ay-dınlandı. Kalblerin karanlığı, ondan gelen ilim bereketi ile gizli ilimlerle aydınlandı, açıldı. Şerli nefisler, onun himmeti ile sürur doldu, sevinç doldu.
Hemen her hali ile gizli ilimler dağıtmaya, Allah vergisi sırları açık-lamaya, Cenâb-ı Hakk’ın tekliğine dair maarif duyguları vermeye, Muhammedî feyizleri aktarmaya devam etti.
YÜKSEK İZAHLARI…
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin üstünlü-ğünü anlatan çok belgeler, deliller vardır.
Bir kudsî hadis-i şerifte şöyle geldi:
— “Nefsin, senin bineğindir; ona şefkatli davran.”
Bu kudsî hadis-i şerifi, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle açıkladı:
— Burada anlatılan “Nefis..” ile mutmainne nefis murad edilmekte-dir. O nefis, Yusüf suresinin 53. âyetinde buyrulan:
“Ancak Rabbımın merhamet ettiği nefis müstesna..” emri ile şeref-lenmiştir.
Velî kullardan bazısına öyle bir hal gelir ki; ilâhî emirlere karşı baş eğme durumuna kavuşurlar. Bu hallerinde onlar, verilen emre karşı ke-sinlikle aykırı hareket etmezler.
EZÂ’NIN MANASI
Resulüllah (s.a.v) efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurdu:
— “Eziyet veren şeyi yoldan at.”
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle yorumladı:
— “Eza..” kelimesinden murad olunan mânâ nefistir. “Yol..” kelime-sinden murad ise, Hak yoludur. Nitekim, Bayezid-i Bestamî’ye de şöyle buyurulmuştur:
— “Nefsini at da gel.”
DÖRT AYRI İFADE
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (r.a) şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyden önce Allah’ı gördüm.
Hazret-i Ömer (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyin sonunda Allah’ı gördüm.
Hazret-i Osman (r.a) da şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyle beraber Allah’ı gördüm.
Hazret-i Ali (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyde Allah’ı gördüm.
Dört Hulefa-i Raşidin’in bu sözleri görüldüğü gibi değişiktir. Bu deği-şiklik durumu Şâh Nakşibend Efendimize sorulduğu zaman şöyle dedi:
— Bu değişik görüşler, esasta aynıdır. Ayrılık sadece sözdedir. Değişik anlatmaları, içinde bulundukları hallerden gelir.
SEVENLERİ BEKLEYEN HAL
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle bu-yurdu:
— Cenabı Hakk’ı isteyen, belâ istemiş olur.
Bu mana, bir kudsî hadis-i şerifte şöyle anlatıldı:
— “Beni seveni belaya çarptırırım.”
Aynı mana, bir başka hadis-i şerifte de anlatılmıştır; şöyle ki:
Adamın biri, Resulüllah (s.a.v) Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ya geldi, şöyle dedi;
— Ey Allahın Resülü, seni seviyorum. Şu cevabı aldı:
— “Öyle ise, yoksulluğa hazırlan.”
Bir başkası geldi; o da şöyle dedi:
— Ya Resûlellah, ben Allah’ı seviyorum. Buna da şöyle buyurdu:
— “Öyle ise belaya hazırlan.”
MÜMİNİN FİRASETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine şöyle so-ruldu:
— Allah’ın velî kulları gönüllerden geçenlere, gizli amellere, gizli hallere nasıl vakıf olurlar?. Şöyle dedi:
— Allâhü Teâlâ’nın, onlara ikram eylediği firâset nuru ile.. Nitekim, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— “Mümin kulun firâsetinden sakının; zîrâ o, Allah’ın nuru ile bakar.”
KERÂMET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri’nden bir gün, keramet göstermesini istediler; şöyle buyurdu:
— Bunca günahla yeryüzünde gezebiliyoruz; bundan daha iyi ke-ramet mi olur?.
SOFİLERİN BAZI SÖZLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün, bazı tasavvuf ehli zatların:
— Sofî yaratılmış değildir, cümlesinin manası soruldu, şöyle dedi:
— Hakikatte sofînin bazı halleri vardır ki, o hali taşıdığı vakit kendisi yoktur. Bu söz de, o hale, o vakte göredir; her zaman için geçerli olmaz; Halbuki sofî de, diğer mahlukat gibi yaratılmıştır.
İSMİN SAHİBİ
Cüneyd-i Bağdadî, bir cümlesinde şöyle demiştir; Allah ondan razı olsun:
— Okuyucuları bırak, sofîlere git.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Okuyucu kimdir; sofî kimdir?.
— Şöyle açıkladı:
— Okuyucu, bir isme tutunur kalır; onunla meşgul olur. Sofî ise, ismin sahibi Allah ile olur.
FAKİR VE FAKR HÂLİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri’ne sordular:
— Fakir odur ki, Allah’a muhtaç olmaz, cümlesindeki mânâ soruldu şöyle dedi:
— Bundan murad olan mânâ şudur: Cenâb-ı Hakk’tan bir dilekte bu-lunmasına gerek kalmaz. Nitekim, aynı mana, İbrahim Aleyhisselamın şu cümlesinde dahi geçer:
— Rabbımın halimi bilmesi, istememe yer bırakmaz.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Fakir hali tamam olunca, Allah zuhura gelir, cümlesinin ifade ettiği asıl mânâ nedir?. Şöyle anlattı:
— Burada ifade edilen mânâ maddi varlığın yokluğa gömülmesidir, kuldaki geçici sıfatların silinmesidir.
Daha sonra şu beyitleri okudu:
Kim olur ki, sen olmasan Allah’tan başka;
Kim kalır ki, sen kalmazsan Allahtan başka..
ŞÂH NAKŞİBEND (k.s.)
HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ:
Buyurdular ki:
—Şeyhten gelen güzel haller, mürid için keramet sayılmalıdır.
Buyurdular ki:
—Benim cenazemde şu beyti okuyunuz:
Varlıkla değil, yoklukla geldik zâtına;
Her zaman güzellikler yaraşır şânına:
MECAZ
Denilmiştir ki:
— Mecaz, hakikatın köprüsüdür. Burada anlatılan mecaz tabirini, madde olarak almak lazımdır.
Bu cümlenin yorumunu, Şâh Nakşibend Hazretleri şöyle yaptı:
— Zahirde, batında, iş olarak, söz olarak yapılan ibadetlerin tamamını madde alanında görmek, mecaz bilmek gerekir. Bir hak yolcusu sâlik, bunları aşıp ötelere geçmedikçe, gerçeğe ulaşamaz.
ZİYARET
—Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Ebu Said Ebu Hayr’ın şöyle dediğini anlattı:
— Kalb huzuru ile yapılan aralıklı ziyaret, huzursuz olarak devamlı yapılan ziyaretten hayırlıdır.
ANLAŞILAMAYANLAR
— Müride düşen, şeyhinden anlayamadığı bir şey görürse, ne kadar dayanabilirse o kadar dayanmak; onun hakkında kötü düşünceye ka-pılmamaktır.
Bu yola ilk giren biri, anlayamadığı durumu şeyhinden sorabilir; orta halli ise soramaz.
MAHVİYYET
— Çocuğun biri mektepten çıkmıştı. Mushaf- ı Şerif’i de yanındaydı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri İle karşılaştı, se-lâm verdi. Şah Efendimiz de onun selâmına karşılık verdi. Daha sonra, o çocuğun Mushaf- ı Şerif’ini açtı. 18. sure olan Kehf suresinin 18. aye-tindeki şu kısım çıktı:
— “Köpekleri de, ön ayaklarını giriş kısmına uzatmıştır.”
Bu kısmı okuduktan sonra şöyle dedi:
— Ben de onun gibi olmak isterdim.
DERVİŞLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
“Derviş fakirler, peşin çalışırlar; işlerini yarına bırakmazlar. Bunun içindir ki:
— Sofî zat, günün adamıdır, demişler.
NİYET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Niyeti düzeltmek, sonuca ulaşmak için önemlidir. Şunu bilmek lazımdır ki, niyet gayb âleminden gelir; bu çalışıp kazanma yurdundan değil..
Bu sebeple İslâm büyüklerinden İbn-i Sîrîn, Hasan-ı Basrî’nin cenaze namazını kılmadı. Sebebini sordukları zaman da şöyle dedi:
— Niyetim yoktu.
Şeyh Sehl-i Tüsterî’ye de sordular:
— Niyetin nedir? deyince şöyle anlattı:
— Niyet nurdur. Daha sonra da şöyle açıkladı:
— Niyet harflerinden NUN harfi, Allah’ın nurudur; YA harfi Allah’ın elidir, HA harfi Allah’ın hidayetidir.
Ve..niyet, ruhtan gelen bir esintidir.
DERVİŞ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle sordu:
— Fakir derviş nedir, kimdir, nasıldır?. Müridleri arasında cevap ve-ren olmayınca şöyle dedi:
— Onun içinde savaş vardır; dışında ise sulh..
NÂFİLE İBÂDETLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Hak yolcusu sâlik, zaman zaman nafile ibadetleri bırakabilir. Bunun sebebi de, tabiî durumunun ona alışmasıdır. Unutturulur ki, Nafile ibadetleri alışkanlık haline getirip onlarla yetinmesin. zîrâ Hak yolcusu sâlik, can yoldaşını Hak bilecek; amelleri değil.. Bunun içindir ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa şöyle buyur-muştur:
— “Gözümün nuru namazdır.”
Şöyle buyurmadı:
— Gözümün nuru namazladır.
YAŞANMAYAN ANLATILIRSA
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir mürid, kendisinde bulunmayan bir hali anlatırsa; Allâhü Teâlâ, o hâle ermeyi o müride haram eder.
DELİNİN ŞİİRİ
Delinin biri, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzurunda şu beyti okudu:
Hoşlanır hemen herkes hoş şeylerden ancak;
Büyük oynayan başka şeylerden hoşlanacak..
Bunun üzerine Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Biz bu yolda, bu türde sözlerin sahiplerinden yararlandık.
Daha sonra müridlerine bu beyti ezberlemelerini emretti.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir kimse sadece kendisini düşünürse, kendisini düşünmemiş olur. Ama başkasını düşünen kendisini düşünmüş olur.
Yine buyurdular ki:
Allâhü Teâlâ, beni dünyayı batırmak için yarattı; halbuki insanlar benden dünyanın yapılmasını istiyorlar.
VELİLERİN HALLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Allah’ın sevgili kulları velîler, halkın yükünü alırlar; ta ki, insanlar onlardan edeb öğreneler. Bu arada, velî kulların delâleti ile Allâhü Teâlâ’ya yakınlık bulalar.
Velî kullarından her birinin kalbine Allâhü Teâlâ’nın rahmet nazarı vardır; ister o velî kul bilsin, ister bilmesin. Her kim bir velî kul ile karşıla-şırsa, o ilâhî nazarın uğurunu bereketini bulur.
AYNA
— Her şeyin aynası iki yüzlüdür; bizim aynamız ise altı yüzlüdür.
Kırk yıldan beri, aynama bakmaktayım; düşünmekteyim. Onun üze-rinde de çalışmaktayım. Varlık aynam, hiç bozulmadı.
— Bir kimse Allah’ı bilirse, hiç bir şey ona korku vermez.
EDEBİN HAKİKATİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Edebin hakikatı, edebi bırakmaktır; yani, samimi olmak, ihlâs sa-hibi olmaktır. Edebe gösteriş karışabilir.
— Ebdal makamına ulaşmak istiyorsan, hallerini değiştirmelisin.
VARLIK
— İbadette varlık aranır, ubudiyette varlık harcanır. Varlık baki kal-dıkça amelden iyi netice alınmaz.
ÂRİFLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Ârif zatları maruflarına ulaştıran, başkalarından ayrılıp onu bul-dukları yol, üç şey üzerine kurulmuştur; şöyleki:
1) Murakabe..
Bununla devamlı Cenâb-ı Hakkı’ın varlığı gözetilir; yaratılmışlar ise unutulur gider.
2) Müşahede..
Müşahede ile de, gayb âleminden gelen, kalbe giren ilâhi ihsanlar görülür.
Zamanının bir kalıcı durumu olmayınca, o gelen ihsanları bizim gör-memiz mümkün değildir. Her şey değiştiğine göre, o ihsanlar da bizce kalıcı sıfatlar olamazlar. Bizim bildiğimiz ancak açılış, kapanış halleridir. Kapanış durumunda celâl sıfatını, açılış durumundaysa cemal sıfatını kavrarız.
3) Muhasebe..
Muhasebe ise, üzerimizden geçen hemen her saatte ve her anda nefsimizi hesaba çekmemizdir. Bakmalıyız: Acaba ânımız, saatimiz nasıl geçti: Huzurla mı, yoksa dağınık ve perişan mı?. Eksik yanlarımızı anlar anlamaz, hemen işe koyulmamız gerekir.

16 – HACE ALAADDİN-İ ATTAR (K.S.)
Alâüddin-i Attar hazretleri, Buhara’da yetişen en büyük evliyadandır. Silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhari’dir.
Zengin babası vefat edince, oğullarına miras olarak çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddin hiç miras kabul etmeyip, Şah-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin-i Buhari’ye talebe olmayı tercih etti. Gidip halini arz etti ve talebeliğe kabul buyurulmasını istirham eyledi. Behaeddin Buhari hazretleri ona nazar edip, (Evladım bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur. Dünyayı ve nefsini terk edebilecek misin?) buyurunca, hiç düşünmeden, (Yapmaya hazırım efendim) dedi. (Öyleyse bugün bir küfe elma al, kardeşlerinin mahallesinde sat!) buyurdu.
Elma sattı
Alâüddin, soylu ve tanınmış bir aileye mensup olmasına rağmen, kibirlenmeden, kardeşlerinin mahallesinde, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün hocasının huzuruna gelerek, (Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim) dedi. Hocası, (Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın) buyurdu. “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı. Ağabeyleri, (Bizi elâleme rezil etme, para lazım ise, istediğin kadar verelim, mirasından da fazlasını al, fakat bu işi bırak) dediler. Onları hiç dinlemeyip elma satmaya devam etti. Ağabeyleri, (Madem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma!) dediler. O yine dinlemedi. Hakaretler ederek, onu dövdüler. Fakat o, hiçbir şeye aldırış etmedi. Hocasının emrine uymaya devam etti. Ertesi gün hocası, (Artık bu iş tamam) diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
Alâüddin-i Attar hazretleri anlatır:
(Hocam beni kabul edince, onu çok sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bir gün bana, (Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu. (Bu aciz hizmetçiye iltifat ederseniz, o da sizi sever) dedim. (Az bekle!) buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde ona karşı sevgiden eser kalmadı. O zaman, (Sevginin kimden olduğunu anladın mı) buyurdu.
Eğer maşuktan sevgi olmaz ise aşığa,
Aşığın muhabbeti kavuşturmaz maşuğa.
Talebeliğe kabul edilince, canla başla hizmet etti. Talebelerin arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Hocası onun derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, bir gün hanımına, (Kızımız büluğa erince haber ver) buyurdu. Kız büluğa girince, hocası, talebesi Alâüddinin odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Başının altına koyduğu bir tuğlasından başka bir şeyi yoktu. Hocası, (Eğer kabul edersen, büluğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim) buyurdu. Alâüddin, (Büyük lütuf buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz, hiçbir şeyim yok) dedi. Hocası, (Kızım sana takdir edilmiştir. Rızkınızı da, Allahü teâlânın göndereceği bildirilmektedir) buyurdu. Bir müddet sonra evlendiler.
Nehre atladı
Behaeddin-i Buhari hazretleri, talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehirden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabarmış, ağaçları kökünden söküp götürüyordu. Hocaları (Alâüddin atla!) buyurdu. O da, hemen nehrin içine atladı. Sularda kayboldu. Talebeler şaşkınlık içinde idi. Ancak hocalarına bir şey soramadılar. Hocaları, kır gezisinden akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, (Bir eksiğimiz var mı?) diye sordu. Talebeler de, (Evet) dediler. Hocaları elini uzatarak; (Alâüddin gel!) buyurdu. Alâüddin nehirden çıktı. Elbiseleri bile ıslanmamıştı. Hocaları, (Bakın, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddin’in kökü sağlam olduğundan onu götüremedi) buyurdu.
Alâüddin-i Attar hazretleri buyururdu ki:
(Maksada ancak hocanın, rızası ile erebilir. Talebeye, bütün işlerini hocasına bırakmak düşer. Hocasının yanında bir tercihi olmamalı. Allah adamları ile sohbet aklı artırır, onları görmek için iki günü geçirmemelidir.)
Vefat edince, rüyada gördüler. (Allahü teâlanın bize verdiği nimetler çoktur. En küçüğü şu ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklığına defnedilmiş olan müslümanların, şefaatim ile affolunacağı bildirildi) buyurdu.

17 – YAKUB ÇERHİ (K.S.)
Yakub-i Çerhi hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. İnsanların iman, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenip, yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslam âlimlerinin on yedincisidir. Derin âlim ve kâmil bir veli idi.
Kendisi anlatır:
“Buhara’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icazet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behaeddin-i Buhari hazretlerinin yanına gitmek arzusu hasıl oldu. Huzuruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyakınızla dolu” dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbul bir şey bulman lazımdır. Halkın beni kabulü şeytani olabilir” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahih bir hadis-i şerifte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler” buyurulmuştur” deyince, tebessüm ederek “Biz azizanız” dedi. Bu sözü duyunca kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; “Azizan’ın talebesi ol!” demişlerdi. Behaeddin-i Buhari hazretleri; “Biz azizanız” buyurunca rüyayı hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Bir gün Azizan’dan (Ali Ramiteni’den) böyle bir istekte bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesile olacak bir şey istemişler” buyurdu. Bunu söyledikten sonra, bana mübarek takkesini hediye ederek, “Şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul” buyurdu.
Yine kendisi anlatır:
“Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğunca, Behaeddin-i Buhari hazretlerine kavuşmak nasip oldu. Onun kerem ve iltifatları beni saadete gark etti. Gördüm ki, mürşidim kâmildir. Çeşitli vakalar ve gaybi işaretlerden sonra, Kur’an-ı kerimi açıp bir âyeti işaret tutmak istedim; “O Peygamberler Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü…” mealindeki âyet-i kerime çıktı, bağlılığım kat kat arttı.
Tereddüt içinde bulunduğum günlerden idi. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Behaeddin-i Buhari hazretlerinin huzuruna kavuşmak için Kasr-ı Arifan’a gittim. Behaeddin-i Buhari hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman; yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Beni yanına oturttu. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladı.
Buyurdu ki:
“İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resuller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Batın ilminden sana bir pay erişmesini ümit ederim.”
“Sadakat ehliyle oturduğunuz zaman, dikkatli olun. Çünkü onlar, kalblere girip himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işaret buyurulur. Eğer seni kabul ederlerse, biz de kabul ederiz.”
Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saadet kapısının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını hocamla beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz. Kabul ettiğimiz zaman da geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Halifesi Alâüddin-i Attar ile sohbet etmemizi emretti. Ben de onun yanına gittim ve vefatına kadar sohbetlerinde kaldım. Onun halifesi olarak insanlara doğru yolu gösterdim.

18 – HACE UBEYDULLAH AHRAR (K.S.)
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan’ın büyük velilerindendir. Silsile-i aliyyenin on sekizincisidir. 1403 yılında Taşkent’te doğdu. 1490’da Semerkant’ta vefat etti. Kabri oradadır.
Doğumundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona dua ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi. Dedesi de, âlim ve veli idi. Vefat edeceği sırada, torunları ile tek tek vedalaştı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: “Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bu İslamiyet’e hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun sözünü dinleyecekler” dedi.
Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helal kazanmak için tarımla meşgul oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700 ton] zahire uşur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; “Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyururdu.
Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. O kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeye başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve testi kırıldı. Şarap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle buluşmama imkan kalmazdı” buyurdu.
Bu talebesi anlatır:
Seferde idik. Gece yarısı bana “Hemen kalk, eşyalarını topla ve derhal dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip edin” dedi. Bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin bu kerametini görerek, onun büyük bir veli olduğunu bir kere daha anlamış oldular.
Buyururdu ki:
“Kalbin kararmış olmasının alameti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz.”
“Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zulümden korumaktır.”
“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir.”
“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”
“Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”
“İnsanın kıymeti; idrakinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır.”
“Belalara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları vardır.”
“İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”
“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.”

19 – KADI MUHAMMED ZAHİD
Nakşbendiyye’nin Ubeydullah Ahrar’dan İmam-ı Rabbani’ye kadar olan dönemdeki adı”Ahrariyye.” Ubeydullah Ahrar’dan emaneti alan ise Muhammed Zahid. O da silsiledeki Yakub Çerhî’nin kızının oğlu. Reşehât’ta kendisinden “Kadı Muhammed” diye bahsedildiğine bakılırsa dinî ilimlerde “Kadılık” payesine ulaşacak bir derinliğe sahip olduğu, belki kadılık da yaptığı anlaşılmaktadır. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. 855/1451 yılında Ubeydullah Ahrar’a intisab etti. On iki yıl süreyle şeyhinin yanında ve hizmetinde bulundu. Silsiletü’l-arifîn ve tezkiretü’s-Siddikıyn adlı Farsça eserinde özellikle şeyhi ile olan münasebetlerini Nakşî tarikatı adabını, tasavvufun belli esaslarını anlatmaktadır. Şeyhinin vefatından sonra yerine irşad makamına oturdu. 936/1529 yılında vefat edinceye kadar bu görevi sürdürdü. Kabri Hisar’da Vahş denilen yerdedir.
Kadı Muhammed Efendi, gençlik yıllarından itibaren riyazat ve mücâhedeye meraklı, ibadete düşkün bir kimseydi. Belki de bu yüzden “Zahid” lakabıyla anılır olmuştu. Ubeydullah Ahrar’a İntisabı:
Kadı Muhammed Efendi, şeyhi Ubeydullah Ahrar’a intisabını şöyle anlatıyor:
- Şeyh Nimetullah adında biriyle Herat’a gitmek üzere Semerkant’tan yola çıktık. Mevsim yaz, havalar çok sıcaktı. Şaduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Biz orada iken Ubeydullah Ahrar hazretleri de o köye geldi. Ziyaretine gittik. Tanıştıktan sonra aramızda güzel konuşmalar oldu. Sohbet sırasında Ubeydullah Ahrar, içimdeki bazı sorulara cevap verdiği gibi Herat’a gidiş sebeplerimizi de tek tek saydı. İnsan ruhunu okuyan kamil bir zat karşısında olduğumu anladım. Ancak içimdeki Herat’a gitme arzusu kaybolmadı. O bana Herat’a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.
Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittim. Beni kapıda karşılayan bir müridi, “Efendi hazretlerinin yazı yazmakla meşgul olduğunu” söyledi. Bir süre sonra geldi ve elindeki kağıdı bana uzatarak:
“Bu. benim sana nasihat ve vasiyetimdir” dedi. Kağıtta şunlar yazılıydı: “İbadetin hakikati benlikten geçmek, Allah’ın azameti karşısında titremek, tazarru ve inkisar halinde bulunmaktır. Bu manalar gönülde, ilahî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadete aşk ve muhabbetle eritir.
Aşk ve muhabbetin zuhuru Kainatın efendisine uymakla kabildir. İttiba; yani O’na uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber varisi, maneviyat alimi mürşitlere uymak gerekir. Alimliğini dünya kazancına vesile sayan, makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsı olmayan ilim ehlinden uzak durmak lazımdır. Kendilerim büsbütün musiki ve sema ve raksa veren ve halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak icap eder. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadına zıt fikirler dinlemekten sakınmak şarttır. İlim tahsilim Allah Rasulü’ne ittibaın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu gözle bakmak tek çıkar yoldur.”
Kadı Muhammed, bu vasiyeti alıp okuduktan ve Ubeydullah Ahrar’a veda ettikten sonra Buhara yolunu tuttu. Veda sırasında Ubeydullah Ahrar, kendisine Sa’deddin Kaşgarî’nin oğlu Şeyh Gilan’a verilmek üzere bir mektup daha verdi. Mektupta şunlar yazılıydı: “Bu mektubu getiren zata dikkat edin, alaka gösterin. Onun uygunsuz yabancılarla dolaşmasına mani olun, onu aranıza alın.” Kadı Muhammed, elinde bu mektupla yola koyuldu. Buhara’ya varıncaya kadar, başına gelmedik kalmadı. Hummadan göz ağrısına kadar türlü dertlere müptela oldu. Altı tane at değiştirdi. Nihayet Buhara’ya vardı. Fakat karşı konulması imkansız bir cazibe onu Semarkand’a Ubeydullah Ahrar cihetine doğru çekiyordu. Biraz dinlenip kendisini toparladıktan sonra uçarcasına tekrar Semerkand yolunu tuttu. Yolda Taşkent’e uğradı. Orda Şeyh İlyas Aşkî’yi ziyaret etmek istediyse de kitaplarını ve eşyalarını kaybetti. Bunun üzerine bu ziyaretten de vazgeçti ve kendisinin cazibe merkezi olan Semerkant’a, mürşidinin yanına koştu. Şeyhi onu kapıda karşıladı ve “Hoşgeldin, safalar getirdin, merhaba” diye hüsn-i kabul gösterdi.
Ubeydullah Ahrar onda üstün bir istidad sezmişti. Çünkü o, tasavvufun inceliklerim ve ariflerin zarif nükte ve mefhumlarını kavramakta tam bir maharet sahibiydi. Ubeydullah Ahrar hazretleri ince sırları, mürid ve halifeleri içinde en çok onunla konuşurdu. Hatta bazan onun bu konudaki tepkisini ölçmek için şöyle sorardı: “Bizim söylediklerimiz, çocukluğunda anne-babandan, gençliğinde hocalarından öğrendiğin inanç ve bilgilere ters düşmüyor mu? Bu anlattığımız incelikleri kavramada sıkıntı çekmiyor musun?” “Hayır” cevabım alınca da: “Öyleyse seninle bu konuları konuşabilirim.” derdi. Aslında büyük mürşitlerin ilmi hakikate dair konuları ancak istidadlı müritlerine anlatmaları adabdandı. Çünkü herkese anlayabileceği dilden konuşmak, anlayabileceği ölçüde anlatmak gerekliydi.
Diri Kedi, Ölü Aslan:
Kadı Muhammed Zahid, şeyhinin hizmetinde bulunduğu yıllarda Semerkant’ta Hoca Zekeriya adlı bir şeyhin kabrini ziyarete gider. Fakat kendisinde bir fevkaladelik hisseder, dayanılmaz bir karın ağrısıyla ayağım türbe kapışma koymuşken, kendini dışarı atar. Şeyhinden izinsiz geldiği için bunların basma geldiğine hükmeder. Adeta irade ve ihtiyarı elinden alınmış bir halde şeyhinin yanına döner. Muhammed Zahid, daha. bir şey söylemeden Ubeydullah Ahrar ona: “Bilmez misin ki, diri kedi, ölü aslandan üstündür” diyerek irşadda, ölmüş şeyhlere değil, hayatta olan mürşitlere bağlanıp rabıta yapılması gerektiğine işaret eder.
Fakirlikle Sınanması:
Ubeydullah Ahrar hazretleri son demlerini yaşamaktadır. Bütün evlatları ve halifeleri etrafını çevrelemişlerdir. ? Kendisinden emaneti teslim alacak Muhammed Zahid de ordadır. Ubeydullah Ahrar der ki:
- “Bizim ihvanımızdan her birinin fakirlik ve zenginlikten birini seçmesi gerekmektedir. Kadı Muhammed, sen bunlardan hangisini seçersin?” O da şu cevabı verir:
- “Ben, sizin bize münasip göreceğinizi seçerim”
Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar, muhasiblerinden birine dönerek şöyle buyurur:
- “Mevlana Kadı Muhammed’e dört bin altın verin. O fakirliği seçti. Bu meblağı yanındaki ihvanın geçimi için sermaye yapsın, ihvanın geçim işi zihnini meşgul etmesin.”
Kadı Muhammed belki de fakrı ve bilinmezliği ihtiyar ettiği için, hakkında yazılanlar ve bilinenler pek sınırlıdır.
- rahmetullahi aleyh-

20 – DERVİŞ MEHMET (K.S.)
Derviş Muhammed hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmincisidir.
Ruh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir veli olan dayısı Kâdi Muhammed Zâhid’in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücadele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı.
Bir gün ellerini açıp, acizliğini ve çaresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Aniden Hızır aleyhisselam gelip; “Eğer sabır ve kanaat istiyorsan, Muhammed Zâhid’in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanaati öğretir” buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid’in yüksek huzuruna varıp, orada ilim tahsil etti. Güzel terbiye görüp, kemale geldi. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedi olan Cehennem azabından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilafet verdi. Hocasının vefatından sonra yerine geçip, Semerkand’da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dine sonradan sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti. Çok veli yetiştirdi.
İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi hususunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. İmam-ı Rabbani hazretlerinin dünyaya gelmesinden bir sene önce, vefat etti. İnsanları irşad için yetiştirdiği yüksek talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed Emkenegi’dir.

21 – MUHAMMED HACEGİ EMKENGİ (K.S.)
Hâcegi Muhammed Emkenegi hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmi birincisidir.
1512 yılında Buhara’nın İmkene kasabasında doğdu. 1599’da orada vefat etti. Evliyanın büyüklerinden Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkibillah hazretlerinin hocasıdır. Zahiri ve batıni ilimleri babasından öğrendi. Babasından feyiz alarak tasavvufta kemale erdi. Tasavvuf ilminin ve hallerinin mütehassısıydı.
Bütün ömrü İslamiyet’e hizmetle ve Peygamber efendimizin güzel ahlakını insanlara duyurmakla ve öğretmekle geçti. Çok veli yetiştirdi. Yetiştirdiği velilerin en başta geleni kendisinden sonra halifesi olan Muhammed Bâkibillah’tır. Muhammed Bâkibillah hazretleri, bir gece rüyasında Hâcegi Muhammed Emkenegiyi gördü. Hocası ona; “Ey oğul, senin yolunu gözlüyorum” buyurdu. Bâkibillah hazretleri buna çok sevindi. Hemen huzuruna gitti. Huzuruna varınca ona çok iltifat gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç gün üç gece birlikte bir odada başbaşa kalıp, sohbet ettiler.
Hâcegi hazretleri ona feyiz verip, yüksek faydalara kavuşturdu. Sonra Bâkibillah hazretlerine; “Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleriyle tamam oldu. Tekrar Hindistan’a gitmeniz lazım. Çünkü bu silsile-i aliyyenin, orada sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip, büyük işler yapacak kimseler gelecek” buyurdu.
Hace Bâkibillah kendilerini bu işe layık görmediğinden, özür dilediyse de, Hâcegi Emkenegi, ona istihare yapmasını emretti. Rüyasını Emkenegi hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldı:
“Derhal Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana gelecek, bütün dünya onun nuruyla dolacak. Hatta, siz de ondan nasibinizi alacaksınız.”
Hace Bâkibillah hazretleri Hindistan’da Serhend şehrine geldiği zaman, kendisine; “Kutbun etrafına geldin” diye ilham olundu. Bu kutub, imam-ı Rabbani hazretleriydi.
Demek ki, bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhara’dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.
Hâcegi Muhammed Emkenegi hazretleri, ömrünün sonlarına doğru sık sık şöyle söylerdi:
Ölümü hatırlar, gülemem asla,
Bugün ne olacak bilemem asla,
Maksadım Rabbime yakın olmaktır
Bundan başkasını istemem asla.
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir mektubunda Hâcegi Emkenegi hazretlerinden bahisle şöyle buyurmuştur:
“Hâcegi Emkenegi, Hak aşıklarını gerçek sevgiliye kavuşturmak için sıkıntılara katlanarak ve zahiren kırıklık içerisinde senelerce rehberlik yaptı. Bir gün talebelerinin bir kısmı ile dikenlik bir yerden geçiyorlardı. Bir talebesinin ayakları yalın idi. Ayağına hep diken batıyordu. İçinden gizlice ah çekiyor ve ayağını da hocasının izinden ayırmıyor, takip ediyordu. Hocası Emkenegi hazretleri onun bu hâline iltifat edip, “Kardeşim ayağa elem dikeni batmadıkça, murat gülü açılmaz” buyurdu. Bu söze talebe çok sevindi.”

22 – HACE MUHAMMED BAKİBİLLAH (K.S.)
Büyük veli İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin hocasıdır.
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, H.971 (M. 1563) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. H.1012 (M. 1603) de Delhi’de kırk yaşında iken vefat etti. Türbesi, Kutabrol denilen yerdeki kendi mescidinin yanındadır.
Orta boylu, kırmızı benizli,seyrek sakallı idi.
Gençliğinde ilim tahsili için Kâbil’den Semerkand’a gidip, zâhirî ve akli ilimleri, zamanının en büyük alimlerinden olan Mevlânâ Sâdık Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, ilimde en yüksek seviyeye ulaştı.
Zâhirî ve bâtinî kemâlat ile mücehhez, cezbe ve ilâhî aşk ile bezenmiş, zühd ve takva ile ma’ruf, cömertlik vasıflarına mâlik bir zat. Hâce Muhammed Bahaü’d-dîn Nakşibend Hazretlerine mânen bağlı olmakla (Üveysî) idiler. Zâhiren ise Mevlâna Hâcegî Emkengî Hazretlerine bağlı idiler.
Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin ruhaniyetinden dahi feyz al-mışlardır. İlk zamanlar Kâbil’den Semerkand’a gelerek orada zâhirî ilimler ile meşgul olmuşlar, daha sonra da Hâcegi Emkengî Hazretlerinden bâtınî ilimleri öğrenmişlerdir.
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri ilim hayatından şöyle anlatmıştır:
—”Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Şah Nakşibend’in (k.s.) mübarek ruhaniyetleri, bana zikir telkin edip, cezbe ile taltif eyledi.”
“Gerçi biz, önceki veliler gibi çetin riyazetleri çekmedik ama, intizârlar (bekleyişler) ve büyük ızdıraplar gördük ki, bunların arasında riyazetler ve çok sert muameleler vardı.”
ANNESİNİN DUASI
İlk günlerinde annesinin duasını da şöyle anlatıyor:
— “İlk günlerimde muhterem annem, kararsızlığımın, kudretsizliğimin ve zayıflığımın çokluğunu görünce kırık ve mahzun bir kalb ile ihtiyaç ve acz içinde, içli bir ağlama ile gece seher vaktinde Allahü Teâlâya yalvarıp, şöyle dua etti:
—”Ey benim ve seni istemekte herşeyden vaz geçmiş ve gençliğin lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun Rabbi! Ya onu maksadına kavuştur veya beni daha yaşatma ki, oğlumun maksadına kavuşmamasına ve elemine dayanamıyorum.”
“Annem çok defa gece yarıları sahralara çıkar, Allahü Teâlâya böyle münâcaat ve dua ederdi. O dua ve yalvarmaları sebebiyle, Allahü Teâlâ benim kalb gözümü açtı. Allahü Teâlâ bizim tarafımızdan onu en iyi karşılıklar versin.”
ANNESİNİN DERGAHA HİZMETİ
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri olduğu halde, dergahın hizmetini kendisi görürdü. Hatta tandıra bile ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı. Taze ekmeği dergahda bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır üzerinde yatardı. Birgün Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, annesinin güçsüz ve takatsiz bir hal almış olduğunu görerek, dergahın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrum kaldım diye ağlayarak;
—”Bilmiyorum, ne kabahatim oldu ki, Allahü Teâlâ beni bu hizmetten mahrum eyledi. Yaptığım en iyi iş, o faziletli oğlum Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’ne ve talebelerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da benden aldılar” dedi. Tevâzuunun, inkisarının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırabı, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerine bildirilince, bir ni’met olan bu hizmeti tekrar annesine verdi.”
İSTİHARESİ
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, salihleri ve meczubları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz kalbi olanları bulur, onlardan nasibini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihare yaptı. Rü’yasında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ (k.s.) rü’yasında ona buyurdu ki:
—”Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlak ile ahlaklanmaktır. Bu büyük nimet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek faide, elde edilmiş demektir.”
TÖVBESİ
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, başlangıçta ilk istifadesini şöyle anlatmıştır: “İlk defa günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin huzurunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim. Sonra Semerkand’da bulunan ve Ahmed Yesevî’nin yolunda olan İftihâr Şeyh’e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar “Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız” dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; “Bir Fatiha okuyalım” ve “Allahü Teâlâ istikamet versin, Büyüklerin maksadına uygun azimet nasib eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde harablıklar (ıslah) vâkî olsun” dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî’nin huzurunda tövbemi yeniledim. Elimi müsafahaya yakın bir şekilde tuttu. Ümid edilir ki, bunun bereketi kıyamete kadar devam eder.”
Bundan sonra bir müddet daha dolaştım. Nihayet rü’yada, Şah Nakşibend Hazretlerinin huzurunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu aşikar oldu. Bu yola girmek için her çareye başvurdum. Nihayet mübarek zâtlardan biri bana;
—”Peygamber Efendimizden (s.a.v.) gelen zikir, neticeye kavuşturur” dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zattan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murakabeye ve tesbihlere devam ettim. Her ne kadar bu sırada gizli işaretler diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allahü Teâlâ’nın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o tohumu, ikram ve ihsan edip, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr’e gittim ve orada Baba Vâli’nin sohbetine devam edip, bereketli nazarlarına ve teveccühlerine kavuştum. Cenab-ı Hakka hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabul kapısı aralandı. Keşmir’de sohbetine devam ettiğim Baba Vâli, nakşibendiyye yolundan icazetli olduğu için, kendilerine gelen tâlibin istidâdına o silsile yoluyla feyz verdiler. Baba Vâli’nin vefatından sonra, bu yolda bilinen gaybet (kendinden geçme) hali ele geçti ve büyük velîlerin ruhları müjdeler verdiler, telkinlerde bulundular. Bereketli teveccühleri ile nisbetim, irtibatım kuvvetlendi ve gaybet dairesi genişledi. Yol açıldı ve aydınlandı. Velhasıl cem’ıyyet ele geçti.”
MÜRŞİDİNİ BULMASI
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir gece rü’yasında Mevlâna Hâcegî Emkengî Hazretlerini görmüş o ona şöyle buyurmuştur:
—”Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum.”
Mevlânâ Hâcegî Emkengî’nin huzuruna kavuşup, çok yardım ve ihsanlar gördü. Hocası onun yüksek hallerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Bir müddet ona feyz verdi. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, hocası olan evliyanın büyüklerinden Hâcegî Emkengî’ye talebe olmasını şöyle anlatmıştır.
—”Nihayet inayetlerinin çekmesiyle hakikatler sahibi, irşad dergahı, Mevlana Hâcegî Emkengî hazretlerinin huzuruna kavuştum. Candan bir arzu ve istek ile bi’at edip, müsafaha eyledik. Büyükler yolunu ondan aldım. Hâcegî Emkengî Hazretlerinin sohbetinde bulunmakla ve Şah Nakşıbend Hazretleri’nin (k.s.) ve halifelerinin yüksek ruhaniyetlerinin imdadı ile, bu büyükler silsilesine dahil olup, Hâcegî Emkengî’nin halifesi olup makamına geçtim.”
Hâcegî Emkengî hazretlerinin, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’ne hilâfet ve tam bir icâzet verip, Hindistan’a gönderdiğini duyan talebelerinden ba’zıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk hasıl oldu. Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî Emkengî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurdu:
—”Dostlarım bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza öyle gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi. Şüphesiz öyle gelen böyle gider.”
ESERLERİ
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin eserleri şunlardır:
1- Külliyat-ı Bâkî Billah
2- Mektupları,
3- Rubâ’ıyyat: Bu eserini İmam-ı Rabbânî hazretleri “Şerh-i Rubâıyyât” adıyla şerh etmiştir.
YÜKSEK HALLERİNDEN…
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, daima hallerini gizlerdi. Çok mütevazi idi. Suâl soranlara zaruret miktarınca, kısa cevap verirdi. Bununla beraber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin ma’nâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamamen anlayabileceği şekilde, çok açık olarak izah ederdi. Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu halde, huzuruna gelenlere neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan hiç kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı bir ta’zim ve hürmetleri vardı.
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin şefkati ve merhameti o kadar çok idi ki, bir defasında Lâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da, Lâhor’da bulunuyordu. Hatta birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman huzuruna yemek getirseler; “İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz” derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı. Lâhor’dan Delhi’ye giderken çok defa, daha bir-iki kilometre yol almadan, yaya yürüyen bir zavallıyı görür, hayvanından inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hatta tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek; “Kendisi yaya gidiyor” demesin diye, tevazu’undan sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşıca hallerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi. Şefkati ve acıması o kadar çoktu ki, hayvanlara bile şâmildi.
Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir kedi gelip yorganının üzerinde uyumuştu. Sabaha kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi uyandırmadı. Eğer kendisinden bir harika, bir keramet zuhur etse, Allahü Teâlânın mahlûkatına olan aşırı şefkatinden, acımasından dolayı derdi.”
Üç-dört yaşlarında küçük bir çocuk, İran’da şiraz’ın güneyindeki Firuz-abad kal’asının onbeş-yirmi metre yüksekliğindeki duvarından, zemin taş olan yere düşmüştü. Öyle ki çocuğun kulaklarından kan gelip nefesi kesilmişti. Çocuğun annesi bu hadise karşısında çocuğunu kucaklayıp, çaresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve dua istedi. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin adeti şöyledi ki; teveccüh ve tasarruflarını, ma’nevi yardımlarını, sebebler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp; “Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!” buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet ve duâda bulundu. Bir de baktılar ki çocuk eski haline gelip sapa sağlam oldu. Bu hadiseye şahid olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Doğruluktan ve mürüvvetten uzak olan bir asker, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin komşularından birine eziyet etmekte idi. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, o askere nasihat etti. Fakat o zalim asker nasihatlerini kabul etmedi. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, mazluma merhametinin çokluğundan, o zalime şöyle dedi:
—”Merhameti gibi gayreti de çok olanların (büyük velîlerin), komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!” İki-üç gün sonra o zalim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin komşularından bir genç içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı. Bunu duyar ve ıslahı için bekleyip tahammül ederdi. Birgün Hâce Hüsâmeddin’in haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve habse attılar. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddin’i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddin; “Öyle fasık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve başkalarına zarar verir haldedir” deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir ah çekip buyurdu ki:
—”Sen kendisini salih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin nazarında o, fasık, kötü bir şerir görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz söyleriz?” Sonra o genci, araya girerek hapisten çıkardılar.
O genç, komşusu Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin yakın alakası ve şefkati karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü işlerden vaz geçti ve salih bir kimse oldu.
MUHAMMED HÂŞİM-İ KİŞMÎ
ŞÖYLE ANLATMIŞTIR:
—”Birgün camilerden birinin yanında talebelere ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer bir talebe ile evliyanın halleri üzerine konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nden bahsedip “Bu güne kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi nefsini terketmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur” diyerek şöyle anlattı:
“Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübarek mezarlarının başındaydım. Aniden: “Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri geliyor” dediler. Mezara hizmet eden hizmetçi, mezara yakın bir yere, onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri için hazırladı. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri daha teşrif etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce;
—”Bu nedir ve kimin içindir?” dedi. Hizmetçi; Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’ni göstererek;
—”Gelen şu aziz içindir” dedi. O kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri (k.s.) için bağırmağa, sövüp saymağa başladı. Bu sırada Hâce Bâkî Billah Hazretleri içeri girdi. Söven kimse, onu görünce huzurunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve;
—”Ey filan! Sen buna layık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?” dedi: Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu ikaz etmek istediler. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri hepsini göz işareti ile bu işten vazgeçirip kötü sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifade ile,
—”Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl layık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar. Af ediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız” deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona bir miktar para bile verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hadiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: “Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin halinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatı ile kimsenin bulunduğunu yakînen anladım.”
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin zamanında kendisini seven veliler kendisi ve fakirler için, altın ve gümüş paralar gönderirlerdi. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri de bu paraları fakirlere dağıtırdı. Hakikatten uzak ba’zı zavallılar onu kendileri gibi zannedip dil uzatırlardı.
YÜKSEK HALLERİNDEN…
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmağa, daha çok ibadet ve tâat yapmağa uğraşırdı. Yatsı namazından sonra odasına döner bir miktar murakabe ile meşgul olur, a’zalarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rek’at namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde halsizlik ve yorgunluk vaki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğunu böyle geçirirdi.
HELAL YEMEK

Yemek yemede ihtiyatı o kadar çok idi ki, bir hediye gelse, onu; “Biz hediyeyi geri çevirmeyiz” hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde “Bu daha helaldir ve daha iyidir” hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli olmasını, hatta huzur ve safa sahiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünya kelamı söylenmemesini iyice tenbih ederdi.
—”Huzur ve ihtiyat sahibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar ki, feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur. Feyze vesile olan temiz ruhlar, şüpheli şeyler yiyen kişininkalb aynasının karşılarında durmazlar” derdi. Bütün talebelerini bu hususa riayete teşvik eder, az bile olsa, riayet etmeyenlerin hallerinden bunu hemen anlardı.
YİNE HELAL YEMEK…
Birgün hal ve keşf sahibi dostlarından biri gelip;
—”Halimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum. Ne kabahat işlediğimi de bilemiyorum” deyince, Hâce hazretleri;
—”Yemeklerde ihtiyatsızlık vaki oldu” buyurdu.
—”Yemekler her günkü yemeklerdi” deyince, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri;
—”İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyatsızlık bu hale sebep olmuştur” dedi. İyice düşününce;
—”Yemek pişerken, ihtiyatlı olmayan, helal olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım” dedi.
Her işte azîmet ve en evla olan şekliyle hareket ederdi. Ya’ni şüphelilerden sakındığı gibi, mübahların da fazlasından sakınır, mübahları zaruret miktarı kullanırdı.
Birgün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyacı oldu. Hatırından, Hâce Hazretlerinden bir yorgan istemeği geçirdi. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerine bu düşüncesi, zahir olup, namazdan sonra;
—”Filan dervişe ve yorgan ihtiyacı olanlara, yorgan veriniz” buyurdu. O derviş;
—”O günden beri Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum” demiştir.
Muhammed Hâşim-i Kişmî, Şeyh Tâceddîn’den şöyle nakletmiştir:
“Bir gün Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, nehre doğru gidiyordu. Muzdarib, garib, çok üzüntülü olduğu anlaşılıyordu. Ben de onun arkasından gidiyordum. Biraz sonra, arkasından gittiğimi anladı, âh ederek, içli bir ses ile;
—”Ey Tâceddin, vâridât, feyzler, nurlar, haller ve esrarı üzerime o kadar yağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb olsa, onları yazamadan biter. Amma benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez, bilinemez, istek anlatılamaz, istenen vasfedilemez” buyurdu.
YÜKSEK HALLERİNDEN…
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri, (istiğrak) tasavvuf halleri içinde kendinden geçmiş bir durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgul oldu. Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Râbbânî hazretleri tasavvufta yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten ta’lim ve telkinden çekip, dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti. Kendini bu işten çekip, yalnızlığı tercih etti. Âhirete ait büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı. Sâdece cemâatle namaz kılmak için dışarı çıkardı.
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerini kim görse; “Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe’nin oğluna, ya’ni Ebû Bekr Sıddîk’a (r.a.) baksın” hadis-i şerifini hatırlardı. Bununla beraber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi.
Gaafiller, kendisini görünce; “Onları görenler Allahı hatırlarlar” hadîs-i şerîfini hatırlarlardı. Hatta öyle ki; birgün Hindû’ların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerine takılınca, birbirlerine “Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hatırımıza geldi” dediler.
Bir zât şöyle anlatmıştır: “Birgün, gelip namaza yetiştim ve Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin de bulunduğu cemâate dahil oldum. Her taraf dolu idi. Yalnız Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin yanı boş idi. Ben, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’ni yakînen tanıyordum. O boşluğa oturdum. Biraz sonra Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri ‘nin heybet ve azametleri kalbime hücûm etti. Hattâ ondan bir hayli uzaklaştığım halde sükûnet bulamadım. Elimde olmayarak, biraz daha arkaya çekildim. Böylece, öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl bana çok te’sir etti. O günden sonra, o ariflerin büyüğünün hâlis sevenlerinden oldum.”
Bütün bu heybeti ile berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde topladığının üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerde bir gevşeklik olmazdı.
Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zahirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları halde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Ba’zan rü’yada îkâz ederdi. Hata ve eksikliklerini talebelerine bu yolla bildirirdi.
VEFATINA YAKIN
Vefatı yaklaştığı son günlerde hanımına;
—”Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hadise önüme gelir” buyurdu. Mübarek ellerini açtı ve;
—”Elimde olan çizgi, sana söylediğim sözün nişanıdır” dedi. Yine günlerden birgün, eline bir ayna alıp, hanımını çağırdı ve;
—”Gel beraber bu aynaya bakalım” dedi. O afife hatun şöyle demiştir; “Aynada, onu tamamen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor” dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde gösterdi.
Yine bu günlerde idi. Kendi keşflerini, bir rü’ya görmüş gibi anlatmaları adeti olduğundan,
—”Evliyaullahdan birine, bu yakınlarda Nakşibendî silsilesinin büyüklerinden biri ahırete intikal edecektir. Delhi şehrinin kenarında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun, diye bildirildi” dedi. Bu zatın kim olduğu hususunda, ba’zı talebeleri istihare eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihareden vaz geçtiler.
Yine birgün kendisi için;
—”Bana şöyle bildirdiler ki; senin dünyaya gelmekten maksadın, tamam oldu. Dünyada işin kalmadı, artık sefere çıkmak icab ediyor” buyurdu. Ve yine;
—”Görüyorum ki, kutb-i zaman öldü diyorlar. Bu zamanda kendime mersiye olarak, güzel bir kaside okuyorum ve içinde çok yüksek ma’rifetler bulunduğunu anlıyorum” buyurdu.
HASTALIĞI VE VEFATI
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri Hicri binoniki senesinin Cemâziyel-âhır ayı gelince, bir hastalığa tutuldu. Bu günlerde şöyle buyurdu:
—”Hâce Ubeydüllah Ahrâr’ı (k.s.) rü’yada gördüm ve bana; “Gömlek giyiniz” buyurdu. Bu rü’yayı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; “Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir” buyurdu.
Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden bir çokları gelmişlerdi. Hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler ve çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalık o hâle geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip;
—”Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir ni’mettir. Bu halden kurtulmak istiyorum” buyurdu. Cemâziyel-âhır ayının yirmibeşinde Cumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri görülmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile veda ederken, talebeleri, eshabı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri ise tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki:
—”Siz nasıl dervişlersiniz, kazaya rıza dairesinden çıkıp ağlarsınız” diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden biri “Ya İlahel-âlemîn” mübarek kelimesini söyledi. Sür’atle o tarafa yüzünü çevirip ona baktı. Orada olanlardan biri “Onların bu hareket ve teveccühü hakiki mahbubun ismini duyma şevkindendir” buyurunca, bu sözün te’siri ile mübarek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak Allahü Teâlâ’nın ismini zikretmekle meşgul olup böylece; “Allah, Allah…” diye diye ruhunu teslim eyledi. Vefatından sonra, en sadık talebeleri, karar verdikleri bir yere mezarlarını kazdılar. Fakat tabutu oraya götüremediler. Telaşla bir başka yere götürdüler. Tabutu yere indirdikten sonra, ne görsünler! Orası bir defasında Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretlerinin talebeleri ile geldikleri bir yer idi. Burayı beğenmişti. Burada abdest alıp, iki rek’at namaz kılmıştı. O temiz yerden bir miktar toprak eteğine yapışmıştı ve “Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu” buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde kabrini kazdılar. Bu irşad memleketinin padişahını, üzüntülerle mezâra indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn Hazretlerinin gayretleri ile, mezarın etrafına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gayet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerifini ziyaret edenler bereket ve şifa bulurlar.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri, yazdığı kitaplarda hocası Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’ni methetmiş, büyüklüğünü bildirmiştir. Mesela; “Mebde’ ve Me’âd” risalesinde şöyle buyurmuştur.
—”Hayr-ul-beşer olan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı görmek ve o zamanda bulunup, sohbetine kavuşmakla şereflenemedik ama, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri’nin sohbetine kavuşmaktan da mahrum kalmadık. Kavuştuğumuz ni’metlere şükürler olsun.”
MÜBAREK SÖZLERİNDEN…
Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri buyurdular:
—”Kalbinde ma’rifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini: mevki, makam ve övünmek için vesile eden alimlerden, aslandan kaçar gibi kaçınız.”
—”Cahil tarikatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız.”
İŞİN ESASI..
—”Ma’rifetin kısım ve mertebeleri çoktur.. İşin esâsı, dinimizin esası üzere olmaktır.”
—”Oruç tutmak, Allahü Teâlâ’nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zira Allahü Teâlâ yemekten ve içmekten münezzehtir.”
—”Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah’ın(s.a.v.) yoludur.”
—”Resûlüllah’a tabi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyanın her ni’metinden iyidir.”
BELÂLAR
—”Rıza sahiblerine, belâlar, musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allahü Teâlâ’dır.”
—”Ümîd ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır.”
—”Sözün özü şudur: Gönül dostla olmalı, beden de işte bulunmalıdır.”
HELAL – HARAM
—”Sakın helal ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!”
—”Haram ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir.”
TEVEKKÜL
—”Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü Teâlâ’ya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lazımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmağa başladıktan sonra tevekkül edilir. Ya’ni istenilen şey, bunun hasıl olmasına sebep olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü Teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Birşeyin hasıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, edepsizlik olur. Allahü Teâlâ ihtiyaçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazifemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını o bilir. Çoğu zaman kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden atarak verir.”
Hâce Hazretlerinin küçük oğlu Hâce Muhammed Abdullah bir gün elinde bir ayna olduğu halde babasının huzuruna girdi. Hazret-i Hâce buyurdular ki:
—”Aynada kendine bak.” O da verilen bu emre uyarak aynaya bakar ve Hâce Hazretlerinin mübarek yüzünü ak sakallı olarak görür. Halbuki Hazret-i Hâce’nin mübarek sakalları henüz siyah olduğundan çocuk şaşırır. Bunun üzerine Hazret-i Hâce:
—”Yüzümüze verilen bu beyazlık ilahî nurdandır. Hayret edilecek bir şey değildir.” buyururlar.
İMÂMI ÂZAM GÖRÜNDÜ
Bir gün Hâce Bâkîbillah namazda imamın arkasında Fâtiha’yı oku-maya başlar. Hemen o anda İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe Hazretlerinin rûhâniyeti tecellî eder ve şöyle der:
—”Ey Şeyh benim mezhebimden olan büyük küçük bir hayli evliya zuhur etmiştir. Hepsi de namazda imamın arkasında Fâtiha’yı okumazlardı. Bu bakımdan senin de bundan feragat etmen uygun düşer.”
GECELER…
Hâce Hazretlerinin ibadet ve tâat hususundaki çalışma ve gayreti pek büyük bir derecede olup, daima az yer az uyur ve az konuşurlardı. Her gece akşam namazından teheccüde kadar iki defa Kur’an-ı Kerim’i hatmederlerdi. Daha sonra teheccüd kılıp gün ağarıncaya kadar 21 kere (Yâsin) sûresini okur ve güneşin doğmasından sonra da şöyle derlerdi:
—”Ya Rab! geceler niçin böyle çabuk geçiyor.”
GERİ GELDİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin en has eshabından olan Mevlâna Bedrü’d-dîn diyor ki;
—Bir zaman Dehl’e gitmiştim. Cenâb-ı Bâkî’nin kabr-i şeriflerini zi-yaret ile yüksek ruhaniyetine teveccüh ettim. sonsuz manevî inâyetleri olarak, kendi nisbet ve inabe-i hâssalarınadan inabe ve nisbeti bu fakire ihsan buyurmaları zuhur etti. Daha sonra Hâce Kutbüd’d-dîn Bahtiyar Kâki-i Üşî Hazretlerini ziyaret ettim. Oradan da bana şöyle bir hitab geldi:
—”Bu gün size Hâce Bâkî Hazretlerinden inayet buyurulan nisbet bizdendir.” Sonra Şeyh Nizamü’d-dîn Hazretlerini ziyarete gittim. Oradan da şu hitaba mazhar oldum.
—”Bizim nisbetimizde sevilmek ve naz hususiyeti galibtir; halbuki Hâce Bâkîbillah’ın size verdiği nisbette ise sevmek ve yalvarmak noktası galibtir. Bu size yeter.”
Daha sonra Ecmîr isimli yere giderek Çeştiye tarikatının büyüklerin-den Hâce Muînü’d-dîn Hasan Sencerî-i Çeştî Hazretlerinin kabirlerine gittim ve mânen şu şûretle irşad olundum:
—”Size Hâce Bâkîbillah Hazretleri tarafından hâsıl olan nisbet biz-dendir.” Bunun üzerine ben kendilerine şöyle dedim:
Hâce Bâkîbillah Hazretleri hayatta iken sizin tarîkatınızdan intisabı olduğunu huç söylememiştir.” O da şöyle buyurdu:
—”Ben bir zaman Nakşiyye Ricalinden Yusuf Hemedanî Hazretlerinden ilâhî şevk ve zevki bildiren aşkıye nisbetini almıştım. Sonra Onu Hâce Kutbü’d-dîn Bahtiyar’a verdim. O’nun ruhaniyetinden de Hâce Bâkîbillah Hazretlerine verilmiştir. Halbuki bu nisbet bir Nakşibendiyye nisbetiydi. Nihayet döndü dolaştı sahibine geri geldi.
KALKTI VE BANA BAKTI
Seyyid Gulam Ali Dehlevî (k.s.) Hazretleri şöyle anlatırlar;
“Bir gün Hâce Bâkîbillah Hazretlerinin kabr-i şeriflerine giderek manevî feyzine müteveccih olmuş ve şöyle arzetmiştim:
—Ya Şeyh! sizin hakîkat denizinin dalgalanan teveccühü sayesinde Şeyh Ahmed Serhendî (Müceddid-i Elfi sânî ) oldu. Ben fakir de sonsuz inayetlerinizden ümitliyim” dedim. Bir de gördüm ki, Hâce Bâkîbillah Hazretleri kabirlerinden kıyam etmişler ve bana bakıyorlar. O zaman mevsim yaz ve hava çok sıcaktı. Bir taraftan da Hâce Hazretlerinin te-veccühlerinin harareti ile nefesim daraldı ve fazla duramadım, dışarı çıktım. Fakat o günden beri öyle bir fırsatı kaçırdığımdan dolayı kalbimde hala onun tesirini duyuyorum. Yine de Hazret-i Hâce’nin mazhar olduğum o cüz’î teveccühleri berekatiyle, anlatılması mümkün olmayan terakki elde ettim. Eğer biraz daha sabredip durabilseydim daha çok füyüzat elde edecektim.
Hâce Muhammed Bâkîbillah Hazretleri 1013 sene-i Hicriyesinin Cemaziyelevvelinde 26’ıncı Pazartesi günü 40 yaşında oldukları halde irtihal buyurmuşlardır. Kabr-i Alîleri Dehl’dedir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Hâce Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin (k.s.) varisi,
İmam-ı Rabbânî Ahmed Fâruk-i Serhendî, halifesi Şeyh Tâcu’ddin, Mevlâna Emir Hüsameddin. hazretleridir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 
back to top