Ebu’l-Hasan Harakanî, Kars ve Bazı Hakikatler
Büyük ârif, fâdıl, kâmil ve mükemmil(1) mürşid Ebu’l-Hasan Harakanî hazretleri, Bistam‘a bağlı Harakan‘da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ali b. Ca’fer, künyesi Ebu’l-Hasan, nisbeti el-Harakanî‘dir.
Üstâzı Bâyezid Bistâmî (k.s.) hazretlerinin hemşehrisi ve aynı zamanda türbedârıdır. O’nun rûhaniyetinden feyz alarak “üveysî“(2) tarîkla/usûlle yetişmiş, manevi kemâlata o yolla erişmiştir.
Mu’cemu’l-Büldân müellifi Yakut el-Hamevî (rh.) onun hicri 425’te 10 Muharrem Âşûre gününde (Aralık 1034’te) 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirmektedir. Buna göre 352/963 senesinde dünyaya gelmiş olmalıdır ki;doğumu, Silsile-i Zeheb’in/Altun halka’nın 5’incisi ve kendisinin mürşidi olan Bâyezid Bistâmî’nin (k.s.) hazretlerinin vefatından 91 yıl sonradır. Böylece Şeyh hazretleri Silsile-i aliyye’nin 6’ncı halkasını teşkil etmiş oluyorlar.(3)
Hicrî 421-429 tarihleri arasında vukû bulan Kars muharebelerine bir takım akraba ve dervişleriyle katılmış olan Ebu’l-Hasan Harakānî (k.s.), bu savaşların birinde sağ bacağından ve sol pazusundan aldığı darbelerden açılan yaralar neticesinde, Kars sınırında bulunan Yahniler Dağı mevkiinde şehid olmuştur.
***
HİLYESİ, ŞEKİL VE ŞEMAİLİ
Uzun boylu, güzel yüzlü, alnı geniş, gözleri irice, rengi kumral idi. O bu fıtratıyla Hazret-i Ömer’e (r.a.) çok benzerdi. Tabiatı, huyu-ahlâki cihetiyle yaşadığı devirde eşsiz bir insandı. Zamanın kutbu, müminlerin rehberiydi. Hemen herkese doğru yolu gösterip yön veren, ilahi feyzi insanların latifelerine tevzi edip kararmış-katılaşmış gönülleri aydınlatıp yumuşatan bir zattı.
Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Ebu’l-Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni (k.esrarahüm) gibi mutasavıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle muasır/çağdaştır. Kuşeyri ile görüştüğünüKeşfu’l-Mahcûb müellifi Hucviri‘den öğreniyoruz. Hucviri, Kuşeyri‘nin onun hakkında şunları söylediğini nakleder:
“Harakan’a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan’ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi; ifade gücüm kaybolup sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım.”
Ebu’l-Abbas Kassâb (rh.) onun hakkında, “Tasavvuf pazarında rihlet-i ziyaret (ziyaret yolculuğu) Harakani’ye lâyıktır” demiştir.
***
KARS VE TARİHΖMANEVÎ DEĞERLERİ
Kars, tarihî bir şehir; kalesinden camilerine, köprülerinden kiliselerine kadar pek çok tarihi esere sahip… Ani Harabeleri ise ayrı bir değer… Kars ayrıca manevi şahsiyetleri ile bereketli bir şehir… İşte Şeyh Ebu’l-Hasan Harakani hazretlerinin buradaki makamı/ruhaniyeti bunun en güzel örneği…
Yukarıda da kısaca ifade etmeye çalıştığımız üzre, zamanında tek ziyaret mahalli o ve onun dergâhı idi. Diğer alim ve salih zatlar, kendilerine gelenlere, “Pazarımızda bulunan ne varsa, hepsi zamanın sahibi Harakanî’nindir. Bize de size de ziyaret mahalli orasıdır. Rıhlet onadır. Bize ziyaret, ancak onun vefatından sonradır” derlerdi.
***
Harakani hazretlerinden menkabeler
HANGİ ŞEY GÜZELDİR, İHLÂS NEDİR, FENA VE BEKA’DAN KİM SÖZEDER?
HANGİ ŞEY GÜZELDİR, İHLÂS NEDİR, FENA VE BEKA’DAN KİM SÖZEDER?
Harakani hazretleri bir gün etrafındakilere sordu:
- Hangi şey iyidir? Onlar;
- Siz söyleyin efendimiz! dediler. Seyh Ebul Hasan:
- Her zaman kendinde O’nun (Allah’ın) yâdı (zikri) olan gönüldür, dedi.
Sordular:
- İhlas nedir?
Buyurdu ki;
- Allah (c.c.) için yaptığın her şey ihlâstır; halk için yaptığın her şeyse riyadır.
Sordular;
- Fena ve Beka’dan söz etmek kime düşer?
Buyurdular;
- Ondan bahsetmek; kendisini bir tel ibrişimle gökten atsalar, ağaçları, binaları, dağları koparan, bütün deryaları dolduran, bir rüzgar esse; yine yerinden kımıldamayan bir kimseye düşer. Yani ancak böyle bir kimse ondan bahsedebilir.
***
EBU’L-HASAN HARKANİ’NİN GELECEĞİNİN MÜJDESİ
Ebu’l-Hasan Harakanî (k.s.) daha dünyaya gelmeden önce, Bâyezid Bistâmi (k.s.) her sene bir defa, Dıhistan‘da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi ziyarete giderdi. Harakan‘dan geçerken durur ve havayı koklardı. Bunun hikmeti sorulunca derdi ki; “Bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, yıllar sonra bir er zuhur edecek, ulvi, evsaf ve makamata sahip olup zamanın kutbu olacaktır” derdi.
Böylece onun doğacağını-geleceğini yıllarca öncesinden müjdelemiş, onun suret ve sîretine ait nişaneleri, emare ve alametleri birer birer söylemişti… Tarihçiler de tahkik için bunları yazmışlardı. NitekimMesnevi’de de denilmiştir ki:
“Bayezid’in Ebu’l-Hasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı?Bir gün o takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken, Ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgârdan koku aldı. Âşıkçasına bir kokladı…” Yakup aleyhisselamın, oğlu Yusuf’un (a.s.) kokusunu; âhir zaman peygamberi iki cihan serveri Efendimizin (s.a.v.), Üveys-i Karnî’nin Seher yeliyle Yemen’den gelen kokusunu aldıkları gibi…
***
ÂLÎ-CENÂB OLANLAR DOĞRU SÖYLER
Nakledilir ki, bir İmam Irak’ta Hadis dinliyor ve aynı zamanda da öğreniyordu. Şeyh Ebu’l-Hasan Harakanî (k.s.) hazretleri sordu:
– Burada isnadı daha âli (yüksek) olan biri yok mu? İmam:
– Öyle biri yok, dedi. Harkanî hazretleri:
– Ben ümmî (okuma-yazması olmayan) bir kişiyim, Hak Teala bana her ne vermişse, minnet etmemiştir ama kendi ilmini bana verdi ve bunu minnet etti, dedi. İmam:
– Ey Şeyh! Sen kimden sema ediyor (işitiyor, dinliyor) ve Hadis öğreniyorsun? diye sordu. Harakanî Hazretleri:
– Rasûlüllah’tan (s.a.v.), dedi. Ama bu söz adamın hoşuna gitmedi, onu kabul etmedi. Gece rüyasında gördüğü o büyük Zat yani Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine:
“Âlî-cenâblar (civanmertler, temiz-asîl-cömert yaratılışlı kimseler) doğru söyler“ dedi. Ertesi gün oldu İmam yine Hadis okuma işine başladı. Öyle bir yere geldi ki, Harakanî Hazretleri ona:
– Bu peygamberin hadisi değildir, dedi. İmam:
– Nereden ve neyle biliyorsun? diye sordu. Harakanî Hazretleri:
– Sen hadis okumaya başladığın an benim iki gözüm Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in iki kaşı üzerinde idi. Kaşlarını çatınca, bu hadisten teberri etmekte olduğu bana malum oldu, diye karşılık verdi.
***
PERDE KALKARSA GÖRÜR, İNERSE GÖREMEYİZ
eş-Şeyh Ebu’l-Haseni’l-Harakânî (k.s.) hazretleri bir gece;
— Falan meydanda bu gece savaş yapılıyor. Şu kadar kişi öldü, şu kadar kişi yaralandı, demişti.
Daha sonra araştırıldığında, vaziyetin tam da Ebu’l-Hasan hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı.
Fakat aynı gece düşmanlar, Şeyh hazretlerinin oğlunu öldürüp kapısının eşiğine atmışlardı. Bundan ise onun hiç haberi olmamıştı. Bâtın (mânevîyat) âleminin ince sırlarını idrâkten mahrum olan hanımı, bu hâdise üzerine;
— Şu adama ne demeli! Şu kadar uzakta cereyan eden bir hâdiseyi haber veriyor; ama oğlunun öldürülüp kapısına atıldığından hiç haberi olmuyor! demişti.
Ebu’l-Hasan hazretleri hanımına şu cevabı verdi:
— Evet hanım, dedi. Doğru söylüyorsun; ama harp meydanını gördüğümüz zaman, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlumuzu katlettikleri zaman ise, perde inmişti. Biz, perde kalkarsa, en uzak yerleri görürüz. Perde inerse, ayağımızın dibini bile göremeyiz.
***
KURTLAR EMRİNE ÂMÂDE
Bir gün İbn Sina, Şeyh hazretlerini evinde ziyârete geldi… Hanımı onu adeta azarlayarak, kocasının ormana gittiğini söyledi. İbn Sina ormana doğru ilerlerken, Şeyhin, odun yüklü bir arslanla geldiğini gördü.
- Bu ne hâl?! diye şaşkınlıkla sorunca,
- (Kendisine sürekli kötü davranan hanımını kastederek) Evimdeki kurdun sıkıntı yükünü taşıdığım için, bu kurt da bizim yükümüzü taşıyor, buyurdu.
***
SULTAN OLARAK GELİP DERVİŞ OLARAK GİTTİ
Sultan Mahmud Gaznevi, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harakan şehrine yaklaşmıştı. Birkaç adamını, Şeyhe göndermiş ve onu yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri, bir özür beyan ederek gitmedi. Durum, Sultana bildirilince,
- Haydi kalkın; demek ki o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim, dedi. Sonra kendi elbisesini Kadı İyaz‘a giydirdi ve kendisi de silahtar olarak, Kadı İyaz‘ın yanında Şeyhin evine girdi. Sultan selâm verince,Şeyh hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Sultan, Şeyhe;
- Niçin ayağa kalkmadınız? diye sorunca, Şeyh;
- Madem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım, dedi. Soruya o anda cevap vermedi.
Sultan Mahmud, Şeyhe;
- Hocan Bâyezid-i Bistâmi nasıl bir zat idi? diye sordu. Şeyh:
- O, öyle kâmil bir veli idi ki, onu görenler hidayete kavuşurdu, dedi. Sultan bu cevabı beğenmedi. “Ebu Cehil, Ebu Leheb gibiler, Fahr-i kâinât efendimizi çok defa gördüler. Fakat hidayete gelmediler?“ dedi. Şeyh;
- Ebu Cehl ve Ebu Leheb gibiler, insanların en üstününü Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olarak görmediler. Ebu Tâlib’in yetimi olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebu Bekr-i Sıddik gibi bakarak, Resulullah olarak görselerdi, eşkıyalıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemale gelirlerdi, buyurdu. Sultan bu cevabı çok beğendi. Alimlere, Allah dostlarına olan sevgisi arttı.
Sultan giderken, Şeyh ayağa kalktı. Sultan,
- Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun, neden? diye sordu. Şeyh hazretleri;
- Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise derviş olarak gidiyorsun. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum, dedi.
***
DÖRT ŞEYE DİKKAT ET
Sultan Mahmud el-Gaznevi, “Bana nasihat ediniz” deyince, Ebu’l-Hasan Harakanî hazretleri buyurdu ki;
“Şu dört şeye dikkat et:
1. Günahlardan sakın,
2. Namazını cemaatle kıl,
3. Cömert ol,
4. Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster.”
***
PEYGAMBER SEVGİSİ NASIL OLMALI?
Ebu’l-Hasan Harakanî hazretleri bir gün Harkan Camii’ndeki kürsüsünde Rasûlüllah (s.a.v.) sevgisini şöyle anlatıyordu:
“Ey müminler! Günlük hayatınızı sakın Peygamberimiz’den (s.a.v.) ayrı yaşamayın. Efendimiz’le birlikte olun bütün gün boyunca…”
Sordular:
“Nasıl O’nunla birlikte olabiliriz günlük hayatımızda?..”
Şöyle açıkladılar gün boyu Peygamberimiz’le (s.a.v.) birlikte olmayı:
“Günlük hayatınızı herhangi bir günaha bulaşmadan ya da bulaştığınız günahlardan tevbe ederek tamamlar, evinize günahsız olarak dönerseniz; şükürler olsun, bugün ben Peygamberimiz’le (s.a.v.) birlikte idim, diyebilirsiniz. Çünkü Sevgili Peygamberimiz günlük hayatını hatasız tamamlıyor, günahsız tamamlayanlarla da birlikte olacağını haber veriyor.” (4)
***
Rabbim cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’i rahmet, af ve mağfiretinden, Rasûlü’nün şefaatinden, varislerinin himmet ve teveccühünden mahrum eylemesin.
Halis Ece : http://www.bilgicagi.net
DİPNOTLAR
(1) Bazı te’lif ve terceme eserlerde yazıldığı gibi “mükemmel” değil, doğrusu “mükemmil”dir. Zira mürşidin sadece kâmil olması yani kendisinin olgunlaşıp mükemmel hâle gelmesi kâfi gelmez; ayrıca mükemmil de olması lâzımdır ki başkalarını da tekemmül ettirebilsin, kemâle erdirip mükemmelleştirebilsin.
DİPNOTLAR
(1) Bazı te’lif ve terceme eserlerde yazıldığı gibi “mükemmel” değil, doğrusu “mükemmil”dir. Zira mürşidin sadece kâmil olması yani kendisinin olgunlaşıp mükemmel hâle gelmesi kâfi gelmez; ayrıca mükemmil de olması lâzımdır ki başkalarını da tekemmül ettirebilsin, kemâle erdirip mükemmelleştirebilsin.
(2) Tasavvufta “üveysîlik”; bir şahsın, zâhirde herhangi bir şeyhe-mürşide bağlı olmaksızın irşad ve terbiye edilmesidir. Bu yolla tekâmül ve terakkî eden velîlere, “üveysiyyü’l-meşreb” denir. Ancak bunlar da, daha önce yaşamış ve vefât etmiş kâmil ve mükemmil yani manevi terakki yolculuğunda gidişi de dönüşü de tam olan bir mürşidin rûhâniyeti tarafından terbiye edilirler. Esas itibariyle vâsıtasız-vesîlesiz değillerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a vuslat yolunda, vâsıtasız olarak ilerlemek mümkün değildir… Bunun usûlü budur. O yolları daha önce kat‘edip gelmiş, mâneviyat erbâbını nerelerde hangi tehlikelerin beklediğini bilen ve onun elinden tutup sâlimen mesâfe almasını temin eden peygamber vârisi bir zâta ihtiyaç vardır. Üveysîlik, Veysel Karânî hazretleri ile alâkalıdır. O, Resûlüllah’ı (s.a.v.) görmemiş; fakat Peygamber Efendimiz onu, gıyâbında ma’nen terbiye etmiştir. (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiratü’l-Evliyâ, Tahran, bty., s. 28; Ali b. Hüseyin el-Vâiz, Reşahât, s. 108)
(3) “Silsile”, kelime olarak zincir demektir. Tasavvufta lisânında ise tarîkat şeyhlerinin üstâz zinciri mânâsında kullanılır. Meselâ, Nakşibendî tarîkati Müceddidîn kolu silsilesi gibi… Bu silsilede yer alan zâtlara, “Silsile ricâli”, “Silsile-i zeheb” (Altun silsile), “Silsile-i aliyye” veya “Silsile-i sâdât” (seyyidler zinciri) denir. Tarîkatta silsile son derece mühimdir. Silsilesini bilmeyen sâlik, nesebini bilmeyen kişi gibi addedilir. Silsilelerden bahseden eserlere ve bunların isimleri bulunan levhalara silsilenâmedenir. Silsilede ismi geçen her mürşidin, bir önceki mürşidden fiilen terbiye görmesi, bir sonraki mürşidi fiilen irşâd etmesi şart değildir. Meselâ, Ca‘fer-i Sâdık (r.a.) Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) ile, Bâyezid hazretleri de Ebû’l-Hasan Harkânî (k.s.) ile bizzat görüşmemişlerdir. Bâyezid hazretleri (v. H. 261), Ca‘fer-i Sâdık hazretlerinin (v. H. 148) vefâtından sonra dünyaya geldiklerinden dolayı, zâhiren silsilede bir kopukluk var gibidir. Ancak bu kopukluk, yukarıda anlatıldığı üzre üveysîlikle ortadan kalkar vemânevî bakımdan herhangi bir kesiklik bahis mevzuu olmaz. Zira Bâyezid hazretlerini, Ca‘fer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyetleri vefâtlarından sonra; Harkânî hazretlerini de kezâ Bâyezid hazretlerinin rûhâniyeti, irtihallerinden sonra terbiye etmiştir. Hâce Muhammed Bahâüddîn Nakşibendî (k.s.) hazretleri ise, iki yoldan terbiye görmüştür. Bir yandan onu Emir Kilâl hazretleri fiilen terbiye etmiş, diğer yandan Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s) hazretlerinin rûhâniyetinden (üveysî olarak) terbiye görmüştür. Kezâ, bu silsilenin 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri de, zincirin 32. halkası ve ma‘nen 9. büyük rütbesinini hâiz bulunan Salâhuddin ibn Mevlânâ Sirâcüddîn’den (k.s.) seyr u sülûklerini tamamlamışlar; ancak kendilerine vâki tecelliyâtın büyüklüğünden dolayı, bizzat Salâhuddîn hazretleri tarafından, silsile-i zeheb’in 23. halkası bulunan, ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî es-Serhendî’nin (k.s.) rûhânî nisbetlerine teslim edilmişlerdir.Hilâfetnâmelerde silsile ricâli tek tek ve sıra ile yazılır. Zikir meclislerinde, hürmet ve saygıya delâlet eden ünvanlarla zikredilen silsile ricâli vâsıtasıyla, Allah Teâlâ’dan bolca feyz geldiğine, hatta bunların rûhâniyetlerinin o meclislere katıldıklarına itikad edilir. Çünkü onlar için, aynı anda birçok yerde bulunmakta herhangi bir zorluk yoktur. (Bursevî, İsmail Hakkı, Silsilenâme-i Celvetî, İstanbul, H. 1291; Harîrîzâde, Tibyânü’l-Vesâil, Zebîdî, el-İkdü’l-Cevher)
(4) Menkabeler için bkz. Tezkiretü’l–Evliya, Feridüddin Atar k.s.; Evliyalar ansiklopedisi ve sair tasavvufi menkabelerle ilgili eserler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder